Şehirler ve toplumlar sürekli bir devinim hâlindedir, tıpkı insanlar gibi. İktisadi, kültürel ve politik birtakım süreçler çoğunlukla bu dönüşümün oluşmasında başat faktörler olarak karşımıza çıkar. Bu dönüşümlerin akabinde yeni ahlâk değerlerinin doğması da pek olasıdır. Muhsin Bey (1987) zamansal olarak tam da bu normların değişim aşamasına rast gelmektedir. Bir karakter filmi olarak öne çıkan Muhsin Bey, hikâyesini her devrin adamı olmayan, nevi şahsına münhasır, “İstanbul Beyefendisi”, kanadı kırık Muhsin üzerine kurar. Filmde, değerlerine bağlı, sanat âşığı prodüktör Muhsin ile kaset çıkarıp ünlü olma hayalleriyle Urfa’dan İstanbul’a gelmiş Ali Nazik’in serüveni anlatılır. Pek tabii aslında bu sadece Muhsin Bey ile Ali Nazik’in kaset çıkarma uğruna yaşadıklarının anlatıldığı bir öykü değil, aynı zamanda toplumun ve İstanbul’un da dönüşüm portresidir.
1960’larda başlayan kırdan kente göç dalgası, 70’li yıllarda giderek artmış, 80’lerde ise farklı bir boyuta evrilmiştir. Metropollerdeki istihdam alanının fazlalığına ve imkânların çokluğuna inanan kitlelere artık, yeni “İbrahim” olma umuduyla gelen gençler de eklenmiştir. Bu sirkülasyonun devamında da doğal olarak İstanbul’un kültürel kimliği, o zamana kadar alışkın olmadığı bileşenleri de kapsamaya başlamıştır. Zira Muhsin’in dediği gibi, “İstanbul artık kebap kokmaktadır.” Muhsin Bey’in bu yeni durumu özümseyememe hâli filmin geneline yayılır.
80’lerden itibaren tüm dünyayı etkisi altına almaya başlayan neo-liberal akımlar ve küreselleşme süreçleri, hâliyle Türkiye’yi de es geçmemiştir. Bu dalganın akabinde gelen, hayatın her noktasındaki metalaşma olgusu elbette ki sanata da sirayet etmiştir. Bir bakıma sanatsal değeri daha düşük görülen, hazır tüketim müzik türünün piyasadaki egemenliğini arttırması ve arabesk kültürün gerek insan yaşamlarında gerekse de müzik olgusunda nüfuzunun giderek güçlenmesi, Muhsin ve onun gibilerin varoluş alanlarını kısıtlamıştır. Öyle ya, Muhsin Bey gelenekçi, belli konular dâhilinde muhafazakâr sayılabilecek, aynı zamanda da romantik bir kimsedir. Sanatın ve sanatçının amiyane tabirle bu denli ayağa düşüşü şüphesiz ki Muhsin Bey için devasa bir trajedi kaynağı hâline gelecektir. Devir artık kısa yoldan köşeyi dönmek isteyenlerin, bir yolunu bulup zengin olmanın hayalini kuranların, maddiyatı maneviyatın ziyadesiyle önüne koyanların devridir. Sanat ve müzik artık bir amaç değil belli hedeflere ulaşabilmek adına bir araç hâline gelmiştir. İşte bu durum, Muhsin’in kabullenemediği durumun ta kendisidir. Yaşanan dönüşümden İstanbul da payını düşeni almıştır. Beyoğlu’nun çehresi günden güne değişirken, gayrimüslim popülasyonunun daha da seyrekleşmesi, eğlence anlayışının farklı bir hâle bürünmesi, Muhsin Bey’in İstanbul’unun, onun kafasındaki tasvirden bir hayli uzaklaştığının emareleridir.
Tüm bunların yanında komşusu Sevda Hanım’a olan ilgisi de Muhsin açısından çelişki yaratan bir durumdur. Sevda Hanım, küçük çocuğuyla birlikte yaşayan, geceleri üçüncü sınıf yerlerde sahne alan –Ali Nazik’in daha sonra kullanacağı tabirle “karga sesiyle”-, ağzı bozuk, rahatça bir kadındır. Kısacası Muhsin Bey’in nezih duruşuna yanında eğreti bir görüntü oluşturacağı aşikârdır. Bunun Muhsin de farkındadır aslında. Ama belki onun da düşkünler evinde sürekli ziyaret ettiği eski sanatçı hanımefendiye olan hayranlığı ve onunla Sevda arasında bir benzerlik kurması, bu ilgiyi açıklayan yegâne unsurdur.
Muhsin Bey, her anlatıcının sıkça başvurduğu bir yol olan karşıtlıklardan doğan çatışmalara bolca yer verir. Muhsin Bey ve Ali Nazik zıt karakterlerdir. Bu zıtlığın belirgin biçimde karşımıza çıktığı sahne ise Ali Nazik’in çiğ köfte yoğurduğu sahnedir. Bu esnada iki karakterin birbirinden bağımsız hayallere dalması, Muhsin’in Üsküdar’a taşınıp tespih yapmaya başlamak gibi huzurlu ve gösterişsiz bir gelecek tasarlaması, Ali Nazik’in kadınlarla, şan şöhretle ve mal mülkle dolu bir harikalar diyarı yaratması, esasında iki kahramanın kendilerini bu dünyada ne kadar ayrı yerlerde konumlandırdıklarının bariz göstergesidir. Yine de apayrı kişiliklere sahip bu iki tipin ortak problemlerinden ötürü beraber hareket edebilmesi filmin naifliğini bir nebze daha olsun perçinlemektedir. Evet, bahsettiğim sahne meşhur çatı sahnesidir. Her şeyden ümidini kesen Ali Nazik’in intiharın eşiğine gelmişken Muhsin Bey tarafından vazgeçirilmesi, daha sonra ikisinin de yükseklik korkularından ötürü el ele tutuşup gözleri kapalı biçimde çatıdan inmeleri, “adımlarının birbirlerine uyumlu olması” bizlerde bu iki insanın uzlaşacağı, beraber hareket edebileceği bir alan olduğu hissiyatı yaratmaktadır. Belki de bu hissiyatı aldıktan sonra finaldeki tablo ile karşılaşınca ufak bir yutkunma gelir hepimize.
Peki o saf köylü çocuğu Ali Nazik, Muhsin hapse girdiğinde nasıl dejenere oldu? Bu beklenmedik bir şey miydi, yoksa film boyunca bunun olabileceğinin işaretlerini yönetmen Yavuz Turgul bize ufaktan hissettirmiş miydi? Aslında Ali Nazik’in hiçbir zaman Muhsin’in kafasındaki sanatçı olmadığı ve buna da çok hevesli görünmediği ortadaydı. Fakat Urfa’nın bağrından kopup gelmiş bu delikanlı, “ağa”sına karşı nasıl sadakatsiz davranırdı? Belki de üstünde durulması gereken mesele buydu.
Ali Nazik’in finaldeki dönüşümüne dair ilk ipucu aslında filmin başında verilmektedir. Oteli olmasına rağmen yağmurlu havada Muhsin Bey’in evinin önünde bekleyen Ali Nazik, Muhsin’in acıyıp onu içeri alacağını düşünür ve bu düşüncesi de gerçekleşir. Muhsin o an için “Vay namussuz uyanık Urfalı” diyerek bu durumu geçiştirir –ki seyirci olarak biz de öyle yaparız. Zira o an için Ali Nazik bizlere göre de hevesli bir gençten ibarettir sadece. Fakat finalde de görüleceği üzere aslında Ali Nazik için Muhsin Bey’in pek de bir önemi yoktur. Söz konusu emeline ulaşabilmek adına Muhsin Bey onun tek vasıtası olmuştur ve artık ona ihtiyacı kalmamıştır. Aksine kendisine daha iyi kapılar açabilecek imkânlar elde etmiştir. Dolayısıyla Ali Nazik’in özünü kaybettiği yorumunu yapmadan evvel filmin başındaki bu sahneye yoğunlaşarak karakterin aslında ne denli oportünist bir yanı olduğu çıkarımında bulunmak da mümkün görünür. Ali Nazik’in fayda ve çıkar odaklı yaklaşımı ve benimsediği bu çizgi, bir bakıma toplumsal yozlaşmanın ve değerlerin yitirildiğinin kanıtı niteliğindedir. Eğitimli, seviyeli, rafine sanatçı olmak amacını sürdürmek pek önemsenmezken, Ali Nazik tiplojisi artık sadakat, dürüstlük, iyi niyetlilik gibi geleneksel tabanlı sayılabilecek ahlâki kavramların da dışında saf tutmaya başlamıştır.
Hikâyenin sonunda, geriye dönüp baktığımızda ise kimin kazanan kimin kaybeden tarafta olduğu muğlaktır. Muhsin Bey, hapse girip çıkmış, ismini lekelemiş ve uğruna bu işlere giriştiği Ali Nazik’i en başından beri karşısında olduğu piyasaya yem etmiştir. Fakat bunun karşısında Sevda Hanım ile bir lokmacık huzurlu, sakin uykuya da dalabilmiştir. Dolayısıyla Muhsin ne bir kazanandır ne bir kaybeden. Başladığı noktanın gerisinde midir, tartışılır. Ali Nazik ise ipek gömleği, altın zinciri ile notayı solfeji boş verip sahnelerin tozunu artırmaktadır. Peki, hakikaten kendini kurtarmış mıdır? Bunun yanıtı da galiba üstat Şener Şen’in sondan bir önceki sahnede, o ufak tebessümünde gizlidir. Ali Nazik, filmin senarist ve yönetmeni Yavuz Turgul’un da belirttiği üzere o gazinonun neon ışıklı tabelalarında dördüncü beşinci sıralarda yer almaya devam edip, belki de beş on yıl sonra izbe bir otel odasında uyuşturucudan ölmüş olacaktır. Bu, kulağa fazla dehşet verici gelebilir, lakin karakterin yaratıcısının ağzından bu sözlerin döküldüğüne de dikkat çekmek gerektiği kanaatindeyim.
Muhsin Bey değişen dünyanın değişmeyen, hatta değişemeyen adamıdır. Üstelik bu değişim, gözünü döndürüp onu hayretlere düşürmektedir. Hakikaten güneş aynı, ışık aynı, yer aynıyken, bu çiçekler niye suni gübre istiyorlar? Bir iki gram potas koyunca bir coşup sonra niye ölüyorlar? Muhsin Bey belki de ölmüş çiçeklerin yanı başında yapar dünyayla hesaplaşmasını, belki de onun için artık bir pes ediştir bu. Sırasıyla tüm yüzleşmelerini gerçekleştirip, artık fark etmenin ve kabullenmenin zamanıdır Muhsin Kanadıkırık evreninde.
Muhsin Bey, göç, sosyoekonomik dönüşümler, arabesk kültürün yaygınlaşması, kent ve toplum yozlaşması, hayaller ve düş kırıklıkları, kadın-erkek ilişkileri gibi birçok farklı perspektiften okuma yapmanın mümkün olduğu, keza şimdiye kadar da hakkında birçok analiz, makale kaleme alınmış, üzerine fazlasıyla materyal üretilmiş bir film. Yavuz Turgul-Şener Şen ortaklığının en kıymetli parçalarından olan, üstüne Uğur Yücel’in lokum kıvamındaki performansı da eklenince aldığı sayısız ödülü, övgü dolu yorumu eleştiriye açmanın abes olacağı, Türk sinemasının yüz akı eserlerinden biridir, bir başyapıttır.