Hayal gücünün sınırları yoktu. Efsaneler yarattı. Bu efsaneler asırlarca anlatıldı, yetmedi sahnelendi, yazıldı ve çizildi. Homeros’un İlyada ve Odysseia’sı, Shakespeare bırakılan en büyük mirastı belki de. Bu miras katlanarak büyüdü ve biz onu Lanthimos’un katı kurallarla işleyen dünyasında izledik.
Homeros’un Agamemnon’u farkında olmadan Artemis’in kutsalını öldürdüğünde, Lanthimos’un Steven’ının aynı hataya düşeceğini bilemezdi. Fakat, ikisinin de cezalandırılması gerektiği açıktı. Çünkü Yunan tragedyalarında, göze göz ve dişe diş mantığıyla işleyen bir adalet sistemi vardı. Artemis’in kendisini affetmesi için Agamemnon’un yapması gereken, kızı Iphigeneia’yı kurban etmekti. Peki Steven, ne yapacaktı?
2000’li yılların beğenilen yönetmenlerinden biri olan Yunan asıllı Yorgos Lanthimos; Dogtooth(2009), Alps(2011) ve The Lobster (2015) filmlerinin kendine has dünyasıyla izleyicisinin sınırlarını zorlar ve böylelikle son yılların en çok konuşulan, filmleri dört gözle beklenen yönetmenlerinden biri olmayı başarır. Lanthimos’un sinemasında hiçbir şey sıradan değildir, fakat her şey o kadar sıradan bir akışla aktarılır ki bir insanın eşini bulamadığı için ıstakoza dönüşecek olması bile absürtlükten ve komedi olmaktan uzaklaşır, normalleşir ve hatta bir trajediye dönüşebilir. Lanthimos’u özgün kılan şey de tam olarak budur.
Yorgos Lanthimos; iki yıllık bekleyiş sonucunda sinema salonlarını doldurmuş seyircisini, bana kalırsa sinema tarihinin en doyurucu açılış sahnelerinden biriyle karşıladı. İsa’nın ölümünü anlatan bir ilahi türü olan Stabat Mater eşliğinde, bir ameliyat masasında atan kalbi izleyen seyirci filmin asıl sorununa tanıklık ettiğinin farkında değildi. Tanrının bir kutsalı ölmüştü ve bu durumun elbette bazı sonuçları olacaktı. Ameliyat sonrasındaki temizlenme ritüelinde kanlı eldivenler çıkarıldığında karşımıza çıkan bir çift temiz ve güzel el miydi bu sonuçlarla boğuşacak olan?
The Killing of a Sacred Deer (2017); başarılı bir kalp damar cerrahı olan Dr. Steven Murphy’nin alkollü bir şekilde girdiği ameliyatta hastasını kaybetmesi ve bunun sonucunda başına gelenleri anlatır. Lanthimos filmlerinin genel özelliği olan, soğuk ve yüzeysel ilişkiler Murphy’nin küçük dünyasında da etkilidir. İş arkadaşıyla kol saati üzerine yaptığı konuşmada veya dört kişilik çekirdek ailesinin yemek masasına misafir olduğumuz sahnelerde çocuklar ve ebeveynler arasında geçen diyaloglarda bu etkinin izleri görülebilir. Filmin kahramanları fiziken karşımızdadırlar, evet, fakat ruhen bir hiçliğe bakarız.Bu materyalist yaklaşım, seyirciyi “catharsis”e ulaştıracak duygusal özdeşlemeye bir nevi ket vurur. Bu da sonu kesinlikle “catharsis”e varan tragedya türünün bir örneğinden baz alınarak yapılan bir film için oldukça garip sonuçlanacak bir duruma varır. Bu nedenledir ki, özellikle The Killing of a Sacred Deer (2017) filminin sonunda, Lathimos seyircisini bir boşluğa düşürür ve “Ee, ne izledik biz şimdi?” sorusunu sordurur.
Dr. Steven Murphy’nin dünyası; göz doktoru olan eşi Anna, koroda şarkı söyleyen ve ergenliğe yeni adım atan kızı Kim, kurallara pek uymayan küçük oğlu Bob, anestezi uzmanı arkadaşı Matthew ve kimliğini ilerleyen zamanlarda öğrendiğimiz Martin’den oluşur. Lanthimos Martin’i, Homeros’un Artemis’i olarak karşımıza çıkarır ve Anna bunu fark ettiğinde dini bir ritüel olarak eğilir, Martin’in ayaklarını öper.
Dr. Murphy’nin hatasıyla ölen hasta, Martin’in spagetti yeme sahnesinde bahsettiği üzere; birebir benzemek istediği babasıdır. Filmin başından beri hastanın ölümünün kendi hatası olduğunu kabul etmeyen Steven, yine de Martin ile zaman geçirir, sorunlarıyla ilgilenir, hediyeler alır ve en sonunda ailesiyle tanıştırmaya karar verir. Bu noktadan sonra Martin, kalenin içerisine girmeyi başarmış Truva Atı gibidir. Evin genç kızını kendine âşık eder. Steven ile kurduğu yakınlık sayesinde hayatına daha fazla müdahale etmeye başlar. Steven ile annesi arasında bir ilişki kurmaya çalışır, Anna’ya Steven’ın kendisini annesiyle aldattığını söyleyerek aile dinamiklerini bozar. Fakat bunlar, adaleti sağlamak için yeterli değildir. Sonuçta Martin, bu filmin Artemis’idir.
Martin’e göre adalet, Murphy’nin ailesinden birini öldürmesiyle sağlanacaktır. Martin, bir cana karşılık başka bir can ister. Aksi takdirde, aile bireyleri önce yürüyemeyecek, ikinci olarak açlıktan ölene kadar yemek yemek istemeyecek, üçüncü olarak gözlerinden kan gelecek ve son olarak öleceklerdir. Bu süreç içerisinde Steven’ın bir karar vermesi gerekmektedir. Rasyonalist bir doktor olan Steven için kabul edilmesi imkânsız olan bu durum, zamanla göz ardı edemeyeceği bir hâl alır ve filmin sonunda Steven’a kurban etmesi için bir geyik gelmez. Rastgele açtığı ateşlerin birinde, filmin en masumu, küçük erkek çocuğu Bob hayatını kaybeder.
Ölen karakterin Bob olması, şansa dayatılmış olsa da, filmin başlangıcından beri izlerini gördüğümüz Freudyen yaklaşım bu durumu tartışmaya açık bir noktaya getirir. Filmdeki ana erkek karakterlerin, babalarıyla ve erkek olmak ile ilgili problemleri var gibi gözükmektedir. Steven’ın erkek olmayı öğrenebilmek adına babasına yaptığı mastürbasyon, Bob’un babasının kıllarıyla Martin’inkileri kıyaslaması, Martin’in herkesin babası ve kendisi gibi spagetti yediğini öğrendiğinde babasının ölümünden çok üzülmesi… Bu erkeklerin, karakterlerini oluştururken çizdikleri yolun babaları üzerinden geçtiği aşikârdır. Martin babası olmak isteyen bir çocukken Bob karakterini babası üzerinden kurmayan bir çocuktur. Babasının sözünü dinlemeyen Bob, büyüdüğünde annesinin mesleğini seçeceğini belirtir ve aynı şekilde annesi tarafından Bob’un aşırılıkları göz ardı edilir, her ortamda savunulur ve gurur duyulur. Davet sahnesinde Anna, Steven ve Matthew’in arasında geçen diyaloglarda, Anna Bob’tan ve başarılarından bahsederken, Steven’ın konuşmayı keserek konuyu kızı Kim’e ve onun regl olmasına getirmesi de buna bağlanabilir. Bu noktadan baktığımızda, Bob ve Steven’ın ilişkisinin sancılı olduğu ortadır ve Bob’un ölümü akıllara “Gerçekten tesadüfi mi ?” sorusunu getirir.
Lanthimos; filmlerini metoforlar üzerinden aktararak izleyicisini sürekli tetikte tutmayı sever. Steven’ın, babasının ölümü üzerine kendisini suçlayan Martin’e aldığı kol saati, Martin’in Steven’a verdiği süreyi anlatmak için başarılı bir metaforken, aynı zamanda yerinde bir ironi örneğidir. Bunun yanı sıra, Kim’in Martin’e söylediği Ellie Goulding’in Burn şarkısının sözleri ve filmin hikâyesi arasındaki ilişki Lanthimos’un hiçbir ögeye filmlerinde boşuna yer vermediğini gösterir. Tıpkı Kim’in kaçış sahnesindeki tiratları gibi…
Senaryosundaki bilmecelerle ve görsel anlatımındaki Hanekevari tadıyla The Killing of a Sacred Deer (2017); Lanthimos’un geçmişten gelene sunduğu saygıydı belki de.
Sırf oyuncu kadrosu için konusunu dahi okumadan izlemeye başladığım bir film. Açıkçası böyle filmleri pek sevmem. Sıkar beni izlerken tavsiye üzere izlemeye başladıysam da ileri sara sara izlerim. Ama bu film öyle olmadı. İleri sarmadım saramadım. Aslında ilk başlarda o soğuk diyaloglar kapatma isteği uyandırmıştı. Ama Martin sahneye çıktıktan sonra tam tersi his uyandı içimde. Bu kadar itici, bu kadar uyuz edici, bu kadar gıcık bir karakter nasıl oldu da beni bağladı kendine hala anlamış değilim. Colin ile bu çocuk Barry idi adı herhalde döktürmüşler. Şimdi sizin yorumunuzu da okuyunca ‘vay dedim’, hakikaten ya dedim. Ayrı bir sevdim filmi.
Filmi izlerken ‘Bu sahne niye var ki’, ‘ne gereksiz bir diyalog’ diye içimden geçirdiğim anlar, yazınızı okuduktan sonra anlam kazandı. Gerçi izlerken bir anlamı vardır diye düşünüp netten yorumlara bakma isteği uyandırdı bende. O yüzden buradayım ya tesadüfen de olsa. Hatta yatak odalarındaki birliktelik sahnesinin de bir anlamı var bence. Yazınızda geçmiyor ama Anna’nın hareketsiz uzanması, böyle nasıl diye sorması falan.
Sonuç olarak güzel bir etki bırakan film ve yorumunuzla daha da güzel oldu teşekkürler. Artık takibimdesin.
Yorumunuza bayıldım. Filmi dün seyrettim ve anlamadığım sahneler oldu. Sizi okuyunca aydınlandım ve çok takdir ettim. Teşekkürler. Emeğinize sağlık.
Takipçiniz olacağım.