Kendimiz dışında biri için yapabileceğimiz fedakârlıkların sınırı nedir? Benliğimizin çizgilerini bu doğrultuda ne kadar esnetebiliriz? Hangi noktaya kadar kendimizden vazgeçebiliriz?
Ve bir başkası için tenimizden sıyrılabilir miyiz?
Kuşkusuz Gregor Samsa, bir sabah kendini yatağında bir hamam böceğine dönmüş olarak bulduğunda Kafka da onu bu dönüşüme mecbur bırakan topluma benzer soruları yöneltiyordu. 2014 yılına geldiğimizde ise bu soruların yanıtı kelimenin gerçek anlamıyla perdeye düşerken He Took His Skin Off for Me, özünde gerçek hayatın yansımalarına “tensel” bir metafor giydirmiştir. Yönetmenliğini Ben Aston’ın yaptığı film; Anna Maguire’in canlandırdığı, fakat adı zikredilmeyen bir kadının kelimeleriyle açılır: “İstediğin bu mu, diye sordu. Ve ben de evet dedim.” Sevgilisinden gelen bu yegâne istek, hayatta fiziksel varlığının bir imzası niteliğindeki tenini bedeninden sıyırıp kimliğinin, dolayısıyla benliğinin bir bölümünü terk etmesi için yeterlidir adamın. Ve bir çırpıda çekip çıkarıverir onu saran tüm sıfatları. Geriye parmak izi bile bulunmayan, salt kas görünümüne sahip, insanî mimiklerden, ifadelerden ari bir vücut kalır. Burada “öz” ile “özgün” kavramlarının da birbirlerinden sıyrıldığını görürüz. Zira bir kişiliği diğerlerinden ayıran, o kişinin herkeste ortak bulunan insanlık özüne dokuduğu kılıftır. Metafordan çıkıp temel anlamıyla düşünürsek parmak izini de kapsayan kılıf, dolayısıyla bir kişinin en özgün ve yalnız ona ait olabilen özellikler bütünüdür. Öte yandan, tenimiz gibi doğuştan gelmez bu kılıf. Sosyal boyuta taşıdığımız zaman toplum yaşantısında bizi niteleyecek her sıfatla birlikte yeni bir renk, bir iz, bir çizgi eklenir kılıfa. “Kimlik” yahut “benlik” dediğimiz kavramlar da böylelikle örülen dokunun daima devinim içinde olan soyut karşılığıdır.
Gelgelelim bizi biz yapan bu tenden ayrılmamız, toplumda tanınmamızı ve bilinmemizi sağlayan sıfatlar olmaksızın yalnızca insan özümüzle kalmamız, bize ağırlık yapan bir yükten kurtuluş mudur, yoksa özgünlüğümüzü yitirmemize ve “hiç kimse” hâline gelmemize mi neden olur? Filmimizin başkahramanı da bu ikilem üzerinde yürür nitekim. Sevgilisi, başlarda bu fedakârlığı hayranlıkla takdir eder. Karşısındaki kişi, sırf onun isteği üzerine yalnızca kendi benliğinin en büyük parçasını değil, aynı zamanda tarihi, toplumu, ten dokusunu örmek için geçirdiği ömürlük zamanı da bir kenara bırakmıştır. Artık özgün bir birey değil, yalnızca sevgilisine özgüdür.
Burada filmin ana kurgusunu oluşturan tenden sıyrılma eylemini, iki başkahramanın açısından değerlendirmek gerekir. Adam için benliğinden vazgeçmek olarak nitelediğimiz durum, sosyal boyutta bize “sevgi/sevgili” kılıfında dayatılan istekleri temsil eder. Zira sevmekle başlayan ve en temelinde de iki kişi arasında gelişen birliktelik ilişkisi, her iki tarafın da belli noktalara kadar kendi benliklerinden feragat etmesini gerektirir. Çünkü “birliktelik”, adı üzerinde ilişkideki ikiliklerin mümkün olduğunca ortadan kalkması ve aynı potada erimesi, ortaklaşmasıdır. Bu doğrultuda birey, gerekirse ikilik çıkmasına neden olacak özelliklerini uygun şekilde yontarak karşıdakiyle tek bir gövde hâline gelmeye çalışır. Ancak tenini çıkaran adamın durumunda yontulan, yalnızca farklı yönlere uzanmış ve vazgeçildiğinde gövdenin bütününü derinden etkilemeyecek ufak tefek dallar değil, doğrudan gövdeyi saran ve onun özgün niteliğini oluşturan parçadır. Deri, ayrıca vücudun en büyük organı oluşuyla da metaforu genişletir; bu noktada da film, bize iki soru yöneltir:
Bizi biz yapan özellikler içinde en büyük yere sahip olan, gerek eğitimle, gerek sosyal ilişkilerimiz, ömür süresince işlediğimiz amellerle gösterdiğimiz başarılar, yani bizi dış dünyaya tanıtan sıfatlarımız mıdır?
Bu sıfatlardan sıyrıldığımızda bizden geriye ne kalır?
İlk soruya vereceğimiz yanıt evet ise yaşam ve ölüm kavramlarını bir kez daha düşünmekte fayda olacaktır. Ama bunun da evvelinde, hayattaki önceliklerimizi yeniden değerlendirmemiz gerekir. Özgün sıfatlarla nitelenmek ve sosyal toplumda bu görünüşle var olmak, doğumumuzdan itibaren bize öngörülen “amaç”tır; fakat amacın sınırları da bir o kadar belirsizdir. Ömür süresine sığdırılabildiği müddetçe her sıfatı edinmenin mümkün olduğu dünyada bu özgün olma amacı, sırasıyla “gıpta etmek”, “özenmek” ve “haset etmek” süreçlerine girdiğinde sonunda kaçınılmaz olarak bir yarışa dönüşür. Bu yarışın ödülleri, insan nefsini tatmin eden en önemli, en büyük, en doyurucu unsurlardır; başarıdır, toplumsal statü ve takdirdir, maddi karşılıktır. Ancak insan, onu kolaylıkla ve bir anda sarhoş edebilecek bu tadın etkisiyle yarış unsurlarının her birinin, yalnızca ince bir ten olduğunu, sıyrılıp atılabileceğini veya kesilip parçalanabileceğini, lekelenebileceğini, yanıp deforme olabileceğini görmezden gelir. Kabul edilebilir ki bizi dış dünyaya tanıdan ten, nihayetinde topluma sunabileceğimiz o ilk bakışa hitap eden yegâne varlığımızdır; ancak tenin esas amacı, içte erdemlerden, ruhtan, insanlıktan oluşan özü sarıp sarmalamak ve dış dünyanın deforme edici etkisine karşı onu korumaktır. Bu uğurda insan, gerektiğinde tenini –hiç değilse tenine ilişkin parçaları- feda edebilmelidir. Yani ten, toplum içinde yer edinmek üzere örülen bir amaç değil, kişiliğimiz ile toplumsal ilişkiler arasında köprü oluşturacak bir araç olarak görülmelidir. İnsanın benliğinde taviz vermemesi gereken öze dair unsurlar ise kimlik pastasının en büyük payına sahip olmalıdır.
Böylelikle ikinci soru da yanıtını bulur. Başarılarımız, kazandıklarımız, maddi varlıklarımız, yani sadece dışa hitap eden vitrine koyduklarımız olmadan tanımlanamıyorsak eğer, bize dair sabit, tutarlı ve tavizsiz bir kimliğimiz de yok demektir.
Bu iki soru üzerinden adamın durumunu yeniden değerlendirdiğimizde, adamın yüzündeki ifadeden de anlayacağımız gibi ten, vazgeçilmez değildir. Gerektiğinde her sıfat kolaylıkla sıyrılıp atılabilir, çalışma ve ev hayatı sekteye uğramadan sıfatlar olmaksızın idame ettirilebilir.
Yine de bu demek değildir ki tenimiz, bizim için ömür süresince taşımamız gereken bir yüktür. Çünkü insan, sosyal bir varlık olarak hayatını sürdürmek istiyorsa sosyal çerçevenin kabul ettiği görünüşle kendini ifade etmek zorundadır. Ten metaforuyla gösterilen bu görünüş, nitekim kültür dediğimiz ve yalnızca dış görünümü değil, aynı zamanda dili, dini, ideolojileri, erdemleri de temsil eden bir simgeler bütünüdür. Yani içte olanın dışa yansımasıdır. Bu anlamda vazgeçilebilir olduğu kadar gereklidir de.
Kadının açısından baktığımızdaysa bu kez “ben” ve “bencillik” kavramları çıkar karşımıza. Filmde geçen hikâyenin anlatıcılığını üstlenmesiyle kadın, otoritenin kendisinde olduğunu gösterir. Dolayısıyla film, aslında tenini çıkaran adamı anlatsa da kadının etrafında, onun istekleri doğrultusunda şekillenir. Tüm varlığıyla sevgilisine yalnızca kendisi sahip olmak isteyen kadın, bunun sonuçlarını göze alarak adamdan tenini çıkarmasını ister. Gerçek anlamıyla bile kabul edilemeyecek olan bu durum, sosyal boyutta da keza aynı ölçüde sonuçlara sahiptir; yani kişinin “benlik” noktasında ölümü anlamına gelir. Kadınsa bunu masumlaştırmak ve kabul edilebilir göstermek için sevgisinden ötürü böyle bir isteğe kapıldığını gösterir. Ancak bu sevgi, gerçekten adama karşı mı duyulmaktadır? Yoksa hayatının merkezine kendisini alan kadının, bir başkasına tüm benliğiyle sahip olma arzusundan mı ileri gelmektedir? Bunun yanıtını da filmin son sahnesinde görürüz nitekim. Kadın, duş aldığı bir sırada kendisini adamın yerine koyarak tenine dokunur, onu uzatıp esnetir, çıkarmayı aklından geçirir. Fakat o tene öylesine bağlı ve bağımlıdır ki buna bir türlü cesaret edemez. Yüzündeki korku dolu ifade, kadının aynı fedakârlıkta bulunamayacak kadar benmerkezci olduğunu gösterir. Sonunda adam da içinde bulunduğu yaşantının ağır koşullarına dayanamayıp kadından ona eşlik etmesini, aynı duyguları onunla paylaşmasını ister.
Tenini benim için çıkarır mısın? Bu taleple kadının tenine dokunup onu yırtmasıyla film sona ererken kadının yüzündeki dehşet ifadesi hafızalarda kalır. Aynı fedakârlığı bizzat göstermeye cesareti olmayan kadın, böylelikle karşısındaki insandan ne boyutta bir beklenti içine girmiş olduğunu da en korkunç ve gerçek hâliyle deneyimlemiş olur. Teni yırtılmış, mahremiyetine girilmiş ve özüne yabancı bir el uzanmıştır. Yine ten metaforu üzerinden Aston, burada insanın özgürlük ve mahremiyet sınırlarına, bu sınırlar aşıldığı veya feda edildiği takdirde oluşabilecek toplumsal ve bireysel sorunlara değinmiş olur.
London Film School ürünü olan He Took His Skin Off for Me, gerçekçiliği başarıyla yakalayan makyajı, ayrıca hem oyunculuk hem de teknik anlamda usta bir eser ortaya koyuşuyla derin iz bırakan kısa yapımlardan. Yalnızca 10 dakikaya sığdırılan pek çok soruyu ve sorunu seyrederken bizler de kimler için tenimizi çıkardığımızı, kimlerden büyük taleplerde bulunduğumuzu, nelerin vazgeçilmez olduğunu bir kez daha düşünelim.