Filme de uyarlanan Bent kitabında, Naziler tarafından toplama kampına götürülürken homoseksüel arkadaşını katletmek zorunda bırakılan Max için iki seçenek var: Ya ölü bir küçük kızla cinsel ilişkiye girerek heteroseksüel olduğunu ‘kanıtlayacak’, ya da eş cinsel olduğunu kabul edip göğsüne pembe bir yıldız takacak. Suçlular, Komünistler, Yahudilerden oluşan kast sisteminin dibi, en azılı işkencelerin yıldızıdır pembe. Max, ölü bir kıza tecavüz eder.
Bent İngilizce’de çift anlamlı, yani ‘yozlaşmış’ veya ‘eş cinsel’ anlamına gelirken, Türkçeye film ‘kırık’ diye çevrilmiştir. Kırık… Ne demek kırık? Kırılmış demek, öte anlamda mağlup, mağlubiyetiyle kalmış demek, ezik demek hatta. Daha kötü tahayyüllerde; düz gidemeyen, yerinde kalamayan, kırıtkan… Bariz aşağılama, acıklı yanılsama.
Gelgelelim çeviride art niyetli bir kasıt var mı yok mu diye sormak da tavşana niyet çektirmeye benziyor, ama aynısı değil: Kaybediyoruz genelde, yaptığımız iş de sırf oyun olsun diye. Ortada sevimli bulunabilecek bir tavşan yok, sevimli herhangi bir şey de. Dilimize girmiş, içimize işlenmiş bu tanımların yerleşikliği karşısında bataklığımızdan tespitler yapıyoruz. Kısmen vicdan rahatlatıyor, denk gelirse kendimizi iyi hissediyor, karşılıklı tespitlerimizi ku(t)suyoruz sonra; entelektüel hayatın alışkanlıkları, akışkanlıkları.
Hani ‘mutsuz LGBTİ filmi’ diye bir tabir var ya, karamsarlıktır belki ama aksi pek mümkün gözükmüyor işte bana. Totoloji gibi, LGBTİ filmi zaten mutsuz olmalıdır gibi. Bent (1997) filminde onurundan taviz vererek pembe yıldız takmayan Max, özünü inkârının vicdan azabıyla yaptığından pişmanlık duyar ve başına gelecekleri bildiği hâlde o pembe yıldızı benimser. Çünkü ağır ya da hafif; aile, çevre, toplumla yüzleşmeyle dolu bu yolda maalesef yüzlercesi gibi İrem Okan da harcanmış, LGBTİ anne-babaların evlatlarıyla yüzleşmelerini aktaran Benim Çocuğum (2013) özellikle ona ithaf edilmiştir. Toplam on iki bıçak darbesi, boğazından karın boşluğuna kadar kesilen, ‘travestilere ölüm’ notuyla bırakılan İrem; ne bir, ne son. Pembe bir yıldız takmasın diye insanı baskılayan, boğan, boğazlayan, bıçaklayan, hiçbir şeyin doğalında seyretmediği bir coğrafyada, yine de pembe bir yıldız seçen veya mecburen öyle var olan, yani seçme şansı bulunsa belki de aksini seçecekken içselliği nedeniyle LGBTİ olan insanlardan biriydi. Sıradan olması, ismini ve yaşadığını bilmememiz gerekirdi. Bildik. Çünkü gerekler, yapılması-edilmesi lazımlar bitmiyor. Trans cinayetleri, nefret söylemleri, politik vahşetler, tehditler, ötekileştirmeler, göçe zorlamalar, acılar, trajediler bitmiyor, bitmiyor. Suçlular cezalandırılmıyor, çanaklar arşa eriştirilmeye çalışılıyor ve bu topraklardaki ateş soğumuyor. Sinema elbette belgeliyor, gösteriyor, elinden geleni yapmaya çalışıyor, ama…
“Barış” diyen ağızlara sussun diye güvercin tıkıştırmak adetten olsa da, bu ülkenin ekmek doğrar gibi insanları doğrayan bıçağa ve bıçağı tutan eli harekete geçiren karanlığa ihtiyacı yok. Barışa, toplumsal anlayışa, uzlaşıya var ve bunu da herkes biliyor zaten. İlla kendi sorunumuzda, canımız yandığında mı haykıracağız? Kimsenin kimseye bir yararı dokunmayacak mı? ‘Benim meselem değil’ deyip komşumuz açken tok yatmaya devam mı edeceğiz? Tespitten gerçekten çok sıkıldım. İyi niyet ve gayretlerin güvensizlik nedeniyle hamaset/haset çizgisiyle eleştirilerek yavaşlatılmaya çalışılmasından da… LGBTİ Onur Yürüyüşü umuyorum bu sene de çok başarılı geçecek. Önümüzdeki yıllarda yürüyüşün yalnızca Beyoğlu’nda değil; Bağcılar’da, Küçükçekmece’de, Ümraniye’de ve benzeri mahallerde olmasıysa bir hayal değil. Söz veriyorum, sorunsuz geçmesi için yüreğimi çıkarıp sokağa koyacağım.