Sinemayı hayatının önemli bir yerinde tutan herkes için bir arınma evresi vardır. İsteyerek veya istemeyerek büyülü fenerin yansımasından uzaklaşırlar. Çünkü hayat, her zaman sinemasevere yardımcı olmaz. Bir sürü işimiz olur, koşturmacalar vs; aradan çıkıverir ve git gide sizden uzaklaştığını hissedersiniz, yakınlaşmak istersiniz tekrardan. İşte böyle bir dönemimde Ethem Özgüven ve Petra Holzer’in Alethea-Hakikat’i (2007) ile karşılaştım.
Özgüven’in daha önceden filmlerine aşina olmamakla birlikte, MUBI’de karşıma çıkması ile kelimenin tam anlamıyla dumura uğradım. Yönetmenin mini-retrospektifi sayılabilecek sunumda ilk seçtiğim yapıt olan Alethea, yönetmenin filmlerinin çoğunda etkisi görülen “Sinema aktivizm içindir.” bakış açısını tam anlamıyla yaşatıyor. 1980’lerin sonu, 1990’ların başında Bergama çevresinde uluslararası firmaların doğal yaşamı katletmelerine göz yuman ve siyanürle altın madenciliği yapmalarını kanunlaştıran imtiyazlardan başlayan film, çevre halkının olaylara tepkisini yansıtan süreci tüm hatlarıyla belgeliyor.
Toplumsal belgesellerin, insanı dönüştürücü bir etkisi olduğuna inananlardanım. Bunu toplum olarak genellemek aslında türün kendisini ve önermeyi sığlaştıracaktır, çünkü toplumsal değişim insanın kendisinde başlar ve büyür. Türk sineması, açıkça söylemek gerekirse belgesel konusunda pek yeterli değil. Fakat çok güçlü örnekleri de var elbette. Geçen sene Keşfetmenin Keyfi kapsamında sunduğumuz Süha Arın’dan Tahtacı Fatma (1979) bunlardan biriydi. Ormancılık ile geçinen bir ailenin yaşamına ışık tutan yapıt, olağanüstü realistik tavrıyla, seyirci ile ana karakter Fatma arasında bağ kuruyordu. Alethea’nın başardığı nokta, her ne kadar belli bir yöreye ait bireylerin tepkilerini yansıtsa da kendi düşüncesi ve inanışı olan; ayrıca bunu izleyiciye oldukça yumuşak biçimde işleyen yapısıdır. Başından beri yöre halkından yana tavır alan yönetmen, yıllara yayılan çekim sürecinde bir kez olsun çekirdek düşüncesinden sapmıyor ve başkahramanların, yani Bergama halkının mücadelesinde onlarla omuz omuza yürüyor. Bana soracak olursanız filmleri ölümsüz kılan sahip oldukları karakterdir. Alethea, gazeteci tavrını olayların başladığı 1989 yılından olayların olumsuz sonuçlandığı süreç boyunca koruyan yapısıyla bu tanıma gayet uyuyor. Sıra dışı kurgusuyla birlikte yakalanan alışılagelmedik belgesel aurası ayrıca filmi destekliyor. Nesneler, insanlar, düşünceler ve olgular arasında tabii bir bağ kurulmuş oluyor böylece.
Tartışmanın ve sivil itaatsizliğin her iki tarafındaki kesime, maden şirketi ve halk arasında net bir şekilde taraf tutulmuş gibi gözükse de aslında böyle değil. Özgüven, her cepheden insana söz hakkı tanıyor ve argümanlarını sunmalarına izin veriyor. Siyanürün doğa için herhangi bir zararı olmadığını söyleyen ve bunu temellendiren bir mühendis de söz hakkı buluyor, torunlarının sağlığına gelecek zararın endişelerini taşıyan köylü de. Evet, yönetmenin de bir cephesi var ve bu cephe köylülerden yana, lakin izleyene dilediği tarafı seçme özgürlüğünü verdiğini söylemek de yanlış olmaz. Fakat mantıklı düşünen her izleyicinin yönetmenle aynı tarafta bulunduğuna inanmak istiyorum.
Gerilla belgeselciliğin güzel bir örneği, sığ bütçelerle ne kadar derin işler çıkabileceğinin milyonlarca örneğinden yalnızca biri olan Alethea-Hakikat, yakın dönem Türk sinemasında saklı bir cevher olarak keşfedilmeyi beklediği mahzenden bir şekilde çıktı. Hidroelektrik, termik ve nükleer santrallerin faydalarının(!) konuşulduğu şu günlerde yakın geçmişimize ışınlanmak, bizim gibi toplumsal hafıza konusunda eksikleri olan bir halk için oldukça faydalı olacaktır. Alethea’nın oldukça iyi bir ışınlama reaktörü olduğu konusunda size güvence verebilirim.