Prömiyerini 41. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde yapan Çilingir Sofrası (2022), seyircileriyle buluşmaya devam ediyor. İlk görücüye çıkmasından bu yana şanı dilden dile dolaşan Çilingir Sofrası, Başka Sinema işbirliğiyle son mabetlerimizden biri olan Kadıköy Sineması’nda tabiri caizse düşman çatlatan özel gösterimlerinin ardından nihayet İstanbul dışında da seyirciyle buluşmaya gün sayıyor. 29. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin ulusal yarışma seçkisindeki sekiz filmden biri olan Çilingir Sofrası’nın ülke sineması adına büyük bir kazanım olduğu tartışma götürmez bir gerçek. Hem 41. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde hem de Kadıköy Sineması’ndaki ilk özel gösteriminde filmi izlemiş ve çok beğenmiş biri olarak Ali Kemal Güven ile Çilingir Sofrası hakkında söyleşmek benim için çok anlamlı. Çilingir Sofrası’nın uzun soluklu ve başarılarla dolu yolculuğunun bir parçası olan 29. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali sayesinde daha geniş kesimlerle buluşacak olması ise çok heyecan verici. Bu nedenle Ali Kemal Güven’e bu söyleşiyi gerçekleştirmeyi kabul ettiği için çok teşekkür ederek ilk soruma geçmek istiyorum.
*Ali Kemal Güven, sadece bir yönetmen olarak tanımlanmaktan çok daha ötesini hak eden biri. Açıkçası sizi Çilingir Sofrası sayesinde araştırmaya başladım. Ve çok şaşırdım. Zira sanatın çeşitli alanlarıyla ilgilenerek kariyerinizi inşa etmişsiniz. Bu nedenle söyleşiye başlamadan önce sizi detaylı bir şekilde tanımak isteriz. Ali Kemal Güven kimdir? Bugüne kadar neler yaptı ve bundan sonra neler yapmak istiyor?
Ben 86’lıyım; sinema salonlarının hala bir ruh taşıdığı ve oldukça görkemli olduğu yıllarda çocuktum. İzmir’deki Şan, Sema, Karaca sinemalarında filme gitme ritüelinin en şahane zamanlarını yaşadım. Biletlerin fişten bozma kağıt parçaları olmadığı, “bilet” olduğu zamanlarda, filmlerin lobi kartlarını geçer, kırmızı halı kaplı büyük merdivenlerden sinema salonlarına çıkardık… Mesela, Karaca Sineması’nda her film başlamadan önce ışıklar kapanır, dev bir disko topu dönerek salonu pırıl pırıl aydınlatmaya başlar ve ancak ondan sonra sinemanın perdesi aralanırdı. Yani, sinemanın gerçekten büyüleyici olduğu yıllarda sinemaya âşık oldum diyebilirim. Özellikle ve öncelikle Atıf Yılmaz sineması beni hikâye anlatıcısı olmaya çok heveslendirdi. Nihavend Mucize (1997) filmini sinemada yakalamış olsam da geriye kalan filmografisini VHS kasetlerden ve VCD’lerden seyredebildim. Bir elini sıkmak, şu hayatta Atıf Yılmaz’la kısacık da olsa bir sohbet edebilmek çok isterdim… İlk romanım ben 18 yaşındayken Epsilon Yayınları’ndan çıktı. Daha sonra, Long Island University, Media Arts bölümünden mezun oldum. Bu sırada kısa filmler yazıp yönettim. İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda bir yönetmenin hayatını yazdığım oyunum, Fatima’nın Erkekleri sahnelendi. Ana akım senaryo ekipleri, tiyatro oyunları, kısa metrajlar derken ortağım, yapımcı Seda Özkaraca’yla birlikte Witchcraft Films’i kurduk. İlk uzun metrajım olarak saydığım Çilingir Sofrası’nın ardından da Gain platformu için Duygu Asena’nın aynı adlı romanından senaryolaştırarak ilk sezonunu yönettiğim “Aslında Özgürsün” isimli dijital dizi geldi. Bugünden sonra da beni en heyecanlandıran projem, Yiğit Karaahmet’in Deniz Ne Kadar Güzel isimli romanını Witchcraft olarak film yapıyor olmamız. Şahane bir film olması için elimizden geleni yapacağız.
*Öncelikle en baştan başlayalım isterim. Filmin ortaya çıkma sürecinden, nasıl dizi projesinden filme evrildiğinden biraz bahsedebilir misiniz? Hayatta bazen hiç hesapta olmayan sürprizler, tüm gidişatı değiştirebilir. Sanırım Çilingir Sofrası da sizin için biraz öyle olmuş. Değil mi? Çilingir Sofrası’nı kariyerinizde bir dönüm noktası olarak değerlendirir misiniz?
Çilingir Sofrası benim için bir dönüm noktası oldu evet, çünkü kimseye bağlı olmadan, tam olarak canımın istediğini, gönlümden geçeni yaptığım bir işti; bu yapımcılarım Seda Özkaraca ve Metin Kıcır’ın bana sağladığı bir lükstü ve bu lüks insanın başına her zaman gelmiyor. Bir de insan özgür kalınca kalemi yeşeriyor sahiden de. Plansız, stratejisiz bir şekilde sadece istediğimiz, inandığımız hikâyeyi anlattık. Bir festival stratejimiz bile yoktu; çünkü başlangıç noktamızda en kötü internete yükleriz diye düşünüyorduk… Bildiğin gibi film kendi içinde part’lardan oluşuyor, çünkü o bölümler aslında gerçekten bölüm olarak yazılmışlardı. 20 dakikalık bir dijital mini dizi projesiydi Çilingir Sofrası. Ama kurgu bittiğinde, öyle bir duygu bütünlüğü oluştu ki bunu bölemeyeceğimizi fark ettik. İKSV’nin de filmi festivale almasıyla elimizde kendiliğinden bir uzun metraj olmuş oldu.
*Kariyerinizde ama özellikle Çilingir Sofrası’nı yaratmanızda elbette sinema tarihinden birçok isimden etkilenmiş ve kendinize örnek almışsınızdır. Ama bazı isimler vardır ki çok daha ön sıralara yerleşir. Mesela anladığım kadarıyla bir yönetmen olarak Atıf Yılmaz, bir yazar olarak da Duygu Asena’nın sizin listenizde başı çekiyor. Yanlışsam düzeltin lütfen. Tabii Düş Gezginleri (1992), İki Gemi Yan Yana (1963), Dul Bir Kadın (1985), Gece, Melek ve Bizim Çocuklar (1994) gibi dönemin şartları göz önüne alındığında lgbtqia+ görünürlüğüne katkı sunan oldukça da başarılı filmlerin yaratıcısı Yılmaz ve Kadının Adı Yok, Aslında Özgürsün ve daha nicesi gibi feminizmi, kadının görünürlülüğünü romanlarıyla ete kemiğe büründüren Asena’nın etkisi çok anlaşılır. Peki, bu sürekli zikrettiğiniz iki isim dışında da bizimle paylaşmak istediğiniz sinema, edebiyat, resim ya da sanatın diğer alanlarından etkilendiğiniz isimler var mıdır?
Atıf Yılmaz’a ve Duygu Asena’ya olan hayranlığımı söylediğin gibi herkes biliyor zaten… Ancak filmde onlardan esintiler yok. Çilingir’in temel ilham kaynakları Edward Hopper eserleri, Wong Kar-wai sineması (Özellikle Happy Together) ve Todd Haynes’in Carol filmindeki Edward Lachman’ın olağanüstü sinematografisidir.
*Çilingir Sofrası’nı tek mekânda geçen, iştah kabartan ya da lgbtqia+ filmleri gibi birçok kategoriye yerleştirebiliriz. Zira filmin kısa bir süreliğine meyhaneden çıkmasını saymazsak oldukça kısıtlı bir alanda tüketiyor süresini. Keza masaya gelip giden yemeklerin filmdeki karakterlerden en az biri kadar önem arz ettiğini de söylemek mümkün sanırım. Hatta bu anlamda bir nebze oryantalizmden beslendiğini de iddia edebiliriz belki. Eh lgbtqia+ meselesi ise filmin ana damarı zaten. Peki, siz filmi tanımlayacak olsanız hangisinin daha ön plana çıkmasını tercih edersiniz. Ya da belki prodüksiyon sürecinde hangisi sizi daha çok zorladı diye sorabilirim.
Ben bu topraklardaki toksik maskülenlikten nasibini almış, iki yaralı adamın hikâyesini anlattım sadece. Temsiliyet sorumluluğuna gömülmeden, kimseyi “iyi” gösterme derdine saplanmadan, sadece gerçek olduğuna inandığım bir hikâyenin peşine düştüm. Dolayısıyla filmimi kategorize etmek istemem. İster bir kuir filmi olarak ele alın, ister kırık bir arkadaşlık hikâyesi olarak; ben karışmam! Prodüksiyon sürecinde çok sağlam bir ön çalışma yaptığımız için bizi zorlaması muhtemel her şeyi önceden göze aldık. Zamana karşı bir yarışımız vardı evet, ama ben kare kare ne çekeceğimi önceden planladığım için her şey sorunsuz geçti çok şükür.
*O zaman bu türlerin yanına bir de müzikali ekleyelim mi? Çilingir Sofrası benim açımdan bir noktada da müzikal bir film. Zira şarkıların biri bitip biri başlıyor. Ama bir yandan da filmde diyaloglar da çok ön planda. Hem diyaloglar hem de oldukça fazla anlama mahir sözlere sahip şarkıların bir aradalığı ara ara filmi boğuyor olabilir mi? Filmi ikinci izleyişimde “Belki bazı sahnelerde hiç konuşmasalar da olurmuş.” diye düşündüm. Çünkü Hem Ahmet Rıfat Şungar hem de Barış Gönenen mükemmel bir oyunculuk ortaya koyuyorlar. Her iki oyuncunun da bakışlarıyla devleştiği anlar var. Ne dersiniz? Müzik konusunda biraz savurgan davrandığınızı söyleyebilir miyiz? Elbette Ecrin Bolkar’ın muhteşem yorumunu bambaşka bir yere koyuyorum. Abla karakteri ve Bolkar’ın “Bunu Bir Ben Bilirim Bir Allah” yorumu filmin en güzel anlarından biriydi hiç kuşkusuz. Ve buraya ekleme yaparak filmin soundrack’i için Ali Kemal Güven’in çalma listesidir diyebilir miyiz?
Çilingir Sofrası bence de aslında bir müzikal film – kesinlikle! Hayran olduğum, bana ilham veren tüm müzisyenlerin bu denli bir tatlılıkla filmimize şarkılarını emanet etmelerinden ötürü onur duyuyorum. Özellikle de Nazan Öncel… Onun şarkıları olmasaydı böyle bir senaryo yazamazdım. Müzik benim yazdığım her şeyde o kadar önemli ki bana fazla değil az bile geldiği oluyor! Ahmet ve Barış’ın her an’da devleştiklerinde hem fikirim. İkisinin kimyası, birbirleriyle olan iletişimleri, paslaşmaları ve oyuncu kişisi olarak ister istemez örülen duvarı kaldırıp sadece birbirine âşık iki insana dönüşmelerini izlemek unutulmaz bir deneyimdi. Bence diyaloğa dayalı bir film için yeterince sessiz anları da var. Filmin soundtrack’i kesinlikle benim çalma listemdir: Diva Gönül Yazar’dan, Kalben’e, Emir Can İğrek’ten Gaye Su Akyol’a kadar hepsi gönlümün efendisi şarkıcılar. Ve benim için dev ilham kaynaklarıdır her zaman.
*Peki, her şeye rağmen içinde bulunduğumuz ama artık neredeyse nefes almakta zorlandığımız Yeni Türkiye’de Çilingir Sofrası’nı yaratırken hiç tereddüt ettiğiniz ya da kısıtlanmış hissettiğiniz zamanlar oldu mu? Başta aklınızda olup da vazgeç(iril)tiğiniz şeyler var mıdır? Veya farkında bile olmadan oto sansür uyguladığınızı anladığınız anlar yaşadınız mı? Çünkü artık tweet atarken ya da fotoğraf beğenirken bile oto sansür uyguladığımız anları hepimiz deneyimler olduk. Bu tarz bir deneyiminiz varsa bizimle paylaşmanızı çok isteriz.
Hayır, bu işte kendime hiç oto sansür uygulamadım. Ama “Vazgeçtim, nasılsa yapamayacağız!” dediğim anlar oldu. O noktalarda beni ayağa kaldıran ve cesaretlendiren yapımcım Seda Özkaraca’ydı. “Sen yaz, yapacağız!” dedi hep. Arkamızda bir kanal ya da başka bir güç olmadan kafamıza göre takıldık diyebilirim. Canımızın istediğini yaptığımız için film bu kadar sevildi bence. İşin sırrı bu olmalı.
*Aslında ülkemizde rakı sofrası eril düzenin algısında erkeğin tekelinde olan, genelde maskülenitenin hâkim olduğu bir alan olarak kodlanmıştır. Tabii son dönemde seküler kesimle de çok anılır oldu ama hâlâ “karı-kız” muhabbetinin yapıldığı, erkeğin ahkâm kestiği bir alan olarak da bilinmektedir. Oysaki filmde her ne kadar Yusuf Efe (Ahmet Rıfat Şungar) ortamı tam da o noktaya çekmeye çalışsa da bunu başaramaz. Zira geçmiş yaşanmışlıklar ve her ne kadar Yusuf Efe tarafında inkâr edilse de var olan cinsel yönelimler buna izin vermiyor. Merak ediyorum, meyhane ya da rakı fikri ilk andan itibaren belli miydi? Bu anlamda belki filmin ismine de bir parantez açmak istersiniz? Neden rakı ve neden Çilingir Sofrası?
Film en başından beri, “Rakı sofrasında iki arkadaş buluşurlar ve demlendikçe birbirlerine açılırlar…” şeklinde tasarlandı. Sanırım Emir Can İğrek’in Akşamcı şarkısını dinliyordum. Hayatımda gerçekten çok üzgün olduğum ve karanlıkta hissettiğim bir dönemdi. Geçmişin dertsizliğine ihtiyaç duyuyordum. Böylelikle, önce geçmişten gelen bir hayalet olarak Yusuf Efe’yi yarattım. Hoş, Yusuf Efe ne kadar bir dertsizlik tartışılır; tam tersi hatta. Ama olsun hesaplaşmak iyidir. İyi gelir. Rakıya gelince, bence insan içtikçe başkasına dönüşmez, gerçeği ortaya çıkar. Haliyle, bu iki karakterin masaya kalplerini dökebilmeleri için içmeleri gerekiyordu. E biz de içirttik!
*Çilingir Sofrası, sizin de aynı kuşaktan olmanızdan dolayı Y kuşağından iki karakter arasında geçiyor. Hatta filmdeki tüm karakterler Y kuşağından diyebiliriz. Tabii bir yerde kendi yaşanmışlıklarınız da filmi etkilemiştir diye düşünüyorum. İlk filmde her zaman deneyimlerin payı yüksek olur ve ben şahsen bu durumu her zaman bir avantaj olarak düşünmüşümdür. Peki, ama hiç bu film, X kuşağının ya da Z kuşağının filmi olsaydı nasıl olurdu diye düşündünüz mü? Mesela ben de Y kuşağından bir birey olarak Z kuşağının bizden daha baskıcı bir toplumda yaşadıklarını düşünüyor ve onlar adına çok endişeleniyorum. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Elbette benden izler var, olmaması mümkün değil, ancak sanıldığı kadar kendi yaşanmışlıklarımı eklemedim. Seyirciye izledikleri film çok gerçekçi geldiği için herkes öyle sanıyor ama hikâye neredeyse tamamen kurmaca. İlginç bir soru, gerçekten aynı hikâye farklı kuşaklarda nasıl olurdu acaba… Z kuşağı daha baskıcı bir toplumda yaşasa da, o kadar cesur ve o kadar kendinden emin bir kuşak ki onlar için bizim meselelerimiz mesele bile değil. Çünkü kendilerine benzeyen hikâyeleri bulabilecekleri, kendileri gibi insanlarla connect olabilecekleri bir dünyaya doğdular; internet, sosyal medya, dijital platformlar, aplikasyonlar vesaire. Bizim kuşak Nokia’da yılan oynadığı için yalnızdı, korkuyordu. O yüzden ben bu baskıcı toplumda tüm kuşaklar için endişeli olsam da Z kuşağına olan inancım tam ve sonsuz.
*Filmi konuşan, hakkında yazan veya sizinle söyleşen çoğu kişinin Yusuf Efe’yi cinsel yönelimini inkâr eden, ötekileştirilmemek için kimliğini gizleyen; Emir Can’ı ise kendiyle barışık ve özgürce hayatını yaşayan biri olarak tanımladığını görüyorum. Elbette bu tanımlamalara büyük oranda ben de katılıyorum. Fakat Emir Can’ın da dilediği gibi özgürce hayatına yön veremediğini görüyoruz. Siz de zaten bir sahnede bunu çok güzel bir şekilde veriyorsunuz. Günün sonunda filmden çıkaracağımız sonuçlardan biri de “Coğrafya kaderdir!” diyebilir miyiz? Emir Can, ne kadar bir şeyleri aşmış olsa da ailesi ile bu konuda bir sorun yaşamasa da yaşanılan ülke, mesleklerimiz ve daha nicesi bazen ayağımıza pranga geçirebiliyor. Emir Can’ın mesleğinin öğretmenlik olması sanırım rastgele yapılan bir seçim değildi değil mi? Ne dersiniz? Aslında Yusuf Efe ile Emir Can, hayatlarını birçok açıdan da benzer yaşıyorlar diyebilir miyiz?
Haklısın, Emir Can rakı sofrasında Ben gay’im diyebiliyor ama pat diye okulda dolapta olduğunu, hatta zoraki bir şekilde bir meslektaşıyla flörtleştiğini görüyoruz. Acıklı bir durum tabii, ama gerçek işte maalesef… En özgürümüz bile özgür değil bu ülkede. O yüzden de ben Emir Can’ın ve Yusuf Efe’nin hikâyesinde çok büyük farklılıklar görmüyorum. İkisi de bu topraklardan korkunç bir şekilde nasiplerini alıyorlar. Ha ama şunu da söyleyeyim, işini kaybetmemek adına Emir Can kendi durumuna biraz daha mecbur kalmış bir adam; her şeye rağmen Yusuf Efe’den daha onurlu bir hayat yaşadığını düşünüyorum.
*Öncelikle Çilingir Sofrası’nın böylesine bir yankıya sebep olacağını düşünüyor muydunuz? Zira film, özellikle bir kesimin adeta yaralarına merhem oldu. Lgbtqia+ bireylerin sesi oldu. Neticede ülke sinemasında heteronormatif sınırları çiğneyen çok fazla örneğimiz yok ne yazık ki! Gerek izleyici gerekse sinema eleştirmenleri tarafından övgüyle karşılandı. Velhasıl kelam film bu kadar sahiplenilince keşke biraz daha uzatsaydım, birkaç bölüm daha ekleseydim dediğiniz zamanlar oldu mu?
Çok teşekkür ederim. Hayır, filmin hiç böyle bir yankıya sebep olacağını düşünmedim. Zaten bizden önce birçok benzer hikâye çekildiği için, özel ya da bir ilk film yaptığımızı da sanmıyordum. Ben sadece, başka yönetmenlerin zamanında açtıkları yolu takip eden, iddiasız, sade, büyük cümleler kurmayan, kendi halinde bir film yaptım. Ama Kadıköy Sineması’ndaki kuyruğu görünce gözlerim dolmadı değil… Büyük onur, büyük mutluluktu tabii ki… Galiba bunu planlamadığımız için de biraz böyle oldu. Demek ki insanlar böyle sahici hikâyelere hasretmiş, bunu anlamış olduk. Kesinlikle dediğin gibi, keşke bir yarım saat daha çekeydim diyorum her seferinde! Ama her şey tadında güzel.
*Film, dört bölümden oluşuyor. Bu bölümler üzerinden filmin akması çok da yerinde olmuş bir yerde. İlk bölümde araya giren yılların verdiği bir çekingenlik, ikinci bölümde hafiften imalar, üçüncü bölümde gerçekler ve inkâr, dördüncü bölümdeyse ayrılık vuku buluyor. Aslında tüm bu süreç, geçmişte iki karakter arasında yaşananların bir özeti gibidir. Hayat onlara bir şans daha verse de tarih tekerrürden ibaret dedirtiyor. Bu anlamda film biraz da karamsar mı sizce? Yoksa Emir Can’ın biz seyirciye bakışında çok daha başka anlamlar var mı?
Film geceden sabaha, karanlıktan aydınlığa doğru ilerliyor. Bazen hayatında yeni bir sayfa açmak için yarım kalan bir aşkı noktalaman gerekir. Çünkü bittiğini sandığımız bazı duygular aslında kalbimizde kilitli kalıyor ve bir ümit, bilinçaltımızda bir gün belki diyerek bizi öteki yeniliklerden mahrum ediyor. Emir Can’ın içten içe Yusuf Efe’yi yıllardır beklediğini düşünüyorum. Başka ilişkisi olsa da aklında hep Yusuf Efe vardı bence; “Şöyle mi olurduk, böyle mi olurduk?” diye zihni o hayalleri kuruyordu. Ya da kötü biten ilişkisinin ardından geçmişin “masumiyetine” sığınmak istedi. O da olabilir. Ama ne zaman ki bu akşamı yaşadılar, tamam aralarındaki kapandı. Artık Emir Can özgürdür. Toksik maskülenliğe bu kadar saplanmış biri onu artık zehirleyemez. Ve her şeye rağmen hayat devam edecek. Ha bir gün Yusuf Efe boşanır, yanına gelirse onu bilemem!
*Oyuncu seçiminden de biraz bahsetmenizi isterim. Öncelikle ben kendi adıma Şungar’ın da Gönenen’in de perdede devleştiğini düşünüyorum. Ama sadece ben değil birçok kişinin de benimle aynı hisleri paylaştığını biliyorum. Peki, başka görüştüğünüz ya da aklınızda olan ama ikna edemediğiniz bir oyuncu var mıydı? Açıkçası ben, bu süreçte yaşadığınız deneyimlere ucunda kulağından hâkim olduğum için de soruyorum.
Özellikle perdede gerçekten de devleşiyorlar, haklısın. Oyuncu seçiminde Barış her zaman vardı. Hatta rolü Barış için yazdım diyebilirim. Rıfat ailemize sonradan eklendi. Sancılı ve bende hayal kırıklığı yaratan bir cast süreci oldu. Ülkemizdeki erkek oyuncular kuir bir karakteri oynamaktan çekiniyorlar. Ama ne zaman ki Ahmet Rıfat’la buluştuk, erkek ve kadından da öte ‘bir insanı’ sevmek nedir üzerine sohbetleşmeye başladık, anladım ki, zaten bu rol onun kısmetiymiş ve sadece o oynayabilirmiş. Geldiğimiz noktada başkasını hayal bile edemiyorum. Şimdi rolü kabul etmeyenler düşünsün, bana ne!
*Bir de film görücüye çıktığında seyircilerden aldığınız tepkiler hakkında düşüncelerinizi merak ediyorum. Seyirciyle buluşma, ilk olarak Atlas Sineması’nda festival seyircileriyle sonra da Kadıköy Sineması’nda (üç gösterim) tıklım tıklım salonda gerçekleşti. Ben de ilkini İstanbul Film Festivali’nde basın gösteriminde ikincisini de Kadıköy Sineması’ndaki ilk özel gösterimde deneyimledim. Deneyimledim diyorum çünkü film izlemekten daha ötesiydi. Açıkçası film kadar salonun atmosferi, seyircilerin tepkisi de çok etkileyiciydi. Özel gösterimde filme sloganlarla başladı. Sonrasında ise alkışlar, çığlıklar, kahkahalar ile devam etti. Açıkçası ben kendi adıma öylesi şahane bir toplulukla Çilingir Sofrası’nı izlemekten ayrıca çok mutlu oldum. Sanıyorum bu etki sizde de yaşanmıştır. Siz neler hissettiniz? Ve Adana’daki seyircilerden de aynı olumlu tepkilerin geleceğini düşünüyor musunuz? Ve bu tepkilerin sizin için anlamı nedir?
Gerçekten ne kadar etkileyici gösterimlerdi… Sen böyle özetleyince birden hepsi gözümün önünden geçti ve tüylerim diken diken oldu yeniden. Unutulmaz anlar yaşadık hep birlikte. Benim zaten ilk İKSV gösteriminde bacaklarım titriyordu. O kadar kalabalığı asla beklemiyordum! Sonra film sırasında insanların tepkileri, güldükleri sahneler, sonundaki bitmeyen alkışları… Gerçekten olağanüstü bir mutluluktu. Tiyatroda yazarlık ve yönetmenlik yapmama rağmen canlı bir performansta bile böyle ateşli tepkiler hiç deneyimlememiştim. Hayatta hiç bir şeye değişmem bu mutluluğu! İnan, bu kadar olumlu tepkiler alacağımızı asla tahmin etmemiştim. Adana seyircisiyle de filmi izlemek için acayip sabırsızlanıyorum; bakalım neler olacak.
*Yanlış hatırlamıyorsam Kadıköy Sineması’ndaki özel gösterimde filmi bir üçlemeye dönüştürebileceğinize dair bir şeyler söylemiştiniz. Bir sonraki projeniz belli mi? Buradan paylaşmak ister misiniz?
Evet, yeni Çilingir Sofrası hikâyeleri yazıyorum şu anda. Bambaşka hikâyelerin peşine düştüm… Zaten yakında açıklayacağız, o yüzden şimdilik bu kadar söylemiş olayım. Özellikle bir tanesinde yıllardır çalışmayı hayal ettiğim bir oyuncuyla sette olacağım için inanılmaz heyecanlıyım.
Bu keyifli söyleşi için çok teşekkür ederim. Çilingir Sofrası‘na festival ve vizyon yolculuğunda bol şans diliyorum. Bir sonraki filmde tekrar söyleşmek dileğiyle…