Yaz mevsimiyle birlikte hissettiğim en kayda değer duygu her zaman hüzün olmuştur. Yaz aslında iki bahar arasındaki bir köprü gibidir, bir mevsim bile sayılmamalı bence bu yüzden. Bahsettiğimiz bu mevsimi farklı lokasyonlarda tatil yapma aracı olarak görüyoruz. Bu sebeple, zorunlu olarak yer değiştirilmesi gerekiyor. Uzun araba yolculukları, kısa ama bol türbülanslı bir uçak yolculuğu ve liste uzar gider. Yolculuklar yalnızca yaz mevsimine özgü değil tabi, yer değiştirmenin doğası gereği her zaman yolda olmanız gerekir. Sinema, bu kavramı oldukça sever ve karakterlerini bir taşıma aracının içine yerleştirip sürekli bir yerlere gönderir. Bir filmde karakterin yolda olması, onun iç dönüşümünü seyircinin görmesi açısından oldukça keyifli bir yöntemdir.
Okuyacağınız listede, bu yolculuklara odaklanmak istedim. Seçilen filmler “yol filmleri” değil, ana karakterlerimizin herhangi bir hedefi olsun veya olmasın yola koyulduğu yapıtlar.
Easy Rider (1969, Yön. Dennis Hopper)
Kokain satışından elde ettikleri parayla Mardi Gras Festivali’ne katılmayı tasarlayan Wyatt(Peter Fonda) ve Billy (Dennis Hopper), motosikletlerine atlayıp Los Angeles’tan Lousiana’ya doğru yola çıkarlar. Yolculukları sırasında farklı tip insanlarla karşılaşıp pek çok badire atlatan ikilinin çok sorunlu, ancak bir o kadar eğlenceli yolculukları trajik biçimde son bulur.
Motor sevdalıların ve hippi kuşağının beyazperdedeki en önemli yansımalarından olan Easy Rider (1969), batısından doğusuna binek araçlarıyla seyahat eden iki arkadaşın hikâyesini yansıtır. Sıcak yaz günlerinde Amerika’yı arşınlarlar. Dennis Hopper rejide ve kamera önünde yıldızlaşır, izleyici 96 dakikada hap şeklinde zamanın Amerikan kültürünü yutar.
Epidemic (1987, Yön. Lars von Trier)
Sinemanın en önemli provokatörlerinden biri olarak anılan Lars von Trier’ın ikinci uzun metrajlısı Epidemic (1987), adından da anlaşılacağı üzere salgın bir hastalığı konu ediniyor; fakat bunu kurgu ve gerçekliği karıştırarak yapıyor. Filmin senaryosunu yazan Trier ve Niels Vorsel, bir anlamda kendilerini canlandırıyorlar ve salgın hakkında senaryo yazan iki genci oynuyorlar. Prodüktör ile anlaşmak umuduyla çıktıkları Almanya gezisinde hüsrana uğruyorlar, çünkü senaryo icabı yarattıkları epidemi gerçekte de var oluyor ve sonları hiç iyi bitmiyor. Diğer filmlerine göre başarı olarak daha geri planda kalmış olsa da Epidemic, yaratıcılık konusunda Trier’ın dehasını gösteren kılavuz bir eser olarak karşımıza çıkıyor.
The Straight Story (1999, Yön. David Lynch)
Dahice kaleme alınmış deneysel hikâyeleri, bilinçaltı dehlizlerinde yol alan karakterleri vb. kavramlarla birlikte yarattığı absürt anlatım diliyle sinema tarihine damgasını vuran efsanevi yönetmen David Lynch’in filmografisindeki belki de en ilginç film, yaşlı bir insanın kalp krizi geçiren kardeşini görmek için kat ettiği yolun hikayesine odaklanan The Straight Story (1999) ’dir. Konu Lynch olunca herkes fantastik ve hatta lineer olmayan zaman örgüsü bekliyor, fakat The Straight Story’yi izlemeye başlayınca bu beklentiler ters yüz oluyor. Filmdeki “Lynchyen” tek doku belki de giriş sekansı, onun dışında sanki bir Jim Jarmusch yapımı izliyor gibi hissediyorsunuz. Kişisel görüşüme göre, yapılmış en iyi birkaç yol filminden biri olmasının yanında yönetmenin filmografisinden bağımsız duruşuyla da dikkat çekici bir yere sahip.
10 (2002, Yön. Abbas Kiarostami)
İşin doğrusu, Kiarostami filmlerinin büyük çoğunluğunun araba içinde geçtiği bir gerçek. Kendisinin verdiği derslerden uyarlanan kitabında da belirtildiği üzere, arabaların onun için çok önemli bir yeri var. Yolda olmaya Karl Jaspers kadar önem veren İranlı modern çağ filozofu, dijital kameranın sinemacılığa sağladığı kolaylıkların farkına varmış ve yalnızca arabanın ön camına sabitlenmiş bir kamerayla bu filmi oluşturmuş. Zamanın aile yapısından toplumun azınlık kesimlerine, çocuğu tarafından suçlanan bir annenin psikolojisinden İslam Devrimi’nden sonra İran’da kadın olmaya kadar pek çok sosyodemografik konuya parmak basan 10, yönetmenin yaratıcılığının ve dehasının doruğa ulaştığı politik bir anlatı olarak karşımıza çıkar.
Old Joy (2006, Yön. Kelly Reichardt)
Son filmi First Cow (2019) ile ortalığı kasıp kavuran bir Amerikan bağımsız sineması dâhisi Kelly Reichardt’ın ikinci uzun metrajlısı Old Joy (2006), birbirinden uzaklaşmış iki lise arkadaşının çıktığı seyahatin öyküsünü anlatıyor. Dağ evine doğru çıkılan yolculukta her zaman işler yolunda gitmiyor, yollar karışıyor ve kaybolunuyor; fakat ikili arasında zaman sebebiyle oluşmuş duvar belki de bu sayede kırılıyor. Asfalt, ormanların arasında kayboluyor ve inanılmaz bir sinematografiyle baş başa kalıyorsunuz. Minimalist hikâyelerin ve can yakan ufak detayların ustası yönetmenin en insancıl anlatılarından bir tanesi olan film, kendine özgü sade diliyle dikkatleri üzerine çekiyor.
Locke (2013, Yön. Steven Knight)
Bir gecede neleri kaybedebilirsiniz, hem de bir arabanın içinde? 2013 yapımı Locke (2013), bu sorunun etrafında şekilleniyor. Oldukça sadık bir eş ve iyi bir beton ustası olan Ivan Locke, metresinin hamile kalmasıyla birlikte bir karar verir: Babası gibi olmayacak ve doğacak çocuğu yetim bırakmayacaktır. Son yılların en gözde oyuncularından Tom Hardy’nin bir koltuğa sığan dev performansından güç alan yapıt, aslında bir yol filmi sayılmaz. Ne pahasına olursa olsun, ne kadar çok kaybedeceği şeyi olursa olsun doğruları söylemeye karar vermiş birisinin yolculuğunun görsel bir belgesi gibi esasen. Hepimizin böyle yolculuklara çıktığı olmuştur, olmaya da devam edecektir.
Taksi Tahran (2015, Yön. Jafar Panahi)
Listemizdeki ikinci İran çıkışlı film, yine politik ögelerle bezeli bir yaratıcılık gösterisi. Rejim tarafından film çekmesinin yasaklanmasının ardından oluşturduğu bu yapıt, Panahi’nin bir taksici kılığına girmesi ve Tahran şehrinden turlamasından ibaret gibi gözükebilir; ancak kurgu ile belgeselin içi içe geçtiği anlatısı ile oldukça sıra dışı bir film karşımıza çıkmaktadır. Günümüz İran’ından hareketle aslında tüm totaliter rejimlerdeki sıkıntılara parmak basar ve izleyiciyi filmin geçtiği taksiye adeta hapseder. “Gerçek mi kurgu mu?” sorusunu düşünmeden edemediğimiz Close-Up (1990) filmini akıllara getiren Taksi Tahran’ın bu konumunu, Panahi’nin rol modellerinden biri olan Kiarostami’den bağımsız düşünmek imkansızdır.