Tüm dünyanın gözü 2024 Paris Olimpiyatları’ndayken Paris’te uygulanan sosyal temizlik, kent hakkı tartışmalarını yeniden alevlendirmiştir. Paris yönetiminin, kent merkezini daha “temiz” ve “gösterişli” bir hâle getirmek amacıyla göçmen ve evsizleri olimpiyat oyunları öncesinde şehirden uzaklaştırması, La Haine (1995)’in eleştirdiği sistemik adaletsizliklerin hâlâ canlı olduğunu göstermektedir.
Film, Paris’in banliyölerinde yaşayan Vinz, Hubert ve Saïd adlı üç gencin, Fransız toplumunun kenarında, adeta görünmez bir sınırın ötesinde var olma mücadelesini anlatmaktadır. Bu üç karakter, Fransa’nın çokkültürlü ama derinden kutuplaşmış yapısını temsil eden birer semboldür. Banliyöler, Paris’in dışındaki gettolaşmış, sosyo-ekonomik olarak dezavantajlı alanları temsil eder. Genellikle göçmen kökenli ve düşük gelirli ailelerin yaşadığı, işsizlik ve suç oranlarının yüksek olduğu alanlardır. Filmde, beton bloklar ve monoton yapılarla çevrili bu yerleşim alanları, karakterlerin sıkışmışlık hissini güçlendirmektedir.
Henri Lefebvre’nin mekânın üretimi kavramı, mekânın salt fiziksel bir varlık olmadığını, toplumsal ilişkiler ve iktidar yapıları tarafından sürekli olarak yeniden üretildiğini savunur. Kentin mekânsal düzenlemeleri, gücü elinde bulunduran kesimlerin çıkarlarına göre şekillenir ve bu süreçte bazı bölgeler ekonomik ve sosyal merkezler hâline gelirken, diğer bölgeler marjinalleşir. La Haine’de Paris’in banliyöleri, bu bağlamda, Lefebvre’nin toplumsal dışlanma ve mekânsal hiyerarşi kavramlarını somutlaştıran örneklerdir. Banliyöler, yalnızca şehrin fiziksel olarak uzağında değil, aynı zamanda toplumsal olarak da kentin dışında bırakılmış mekânlardır; bu, marjinalleşmenin hem coğrafi hem de sosyal bir gerçeklik olduğunu gösterir.
Lefebvre’nin mekân teorisini takip eden David Harvey, kentlerin kapitalist birikimin ve sermayenin yeniden üretildiği merkezler hâline geldiğini söyler. Harvey’e göre, kentsel dönüşüm gibi süreçler, düşük gelirli kesimlerin yerlerinden edilmesine ve kent merkezlerinin daha kârlı kullanım alanlarına dönüştürülmesine hizmet eder. La Haine filmindeki karakterlerin yaşadığı işsizlik, yoksulluk ve sosyal dışlanmışlık, bu neoliberal kentleşme politikalarının ve derinleşen toplumsal sınıf ayrımlarının somut bir yansımasıdır. Paris gibi bir metropolde, merkez ile banliyöler arasındaki keskin sosyo-ekonomik uçurum, gençlerin marjinalleşme süreçlerini hızlandırmakta ve mekânsal ayrışmayı daha da derinleştirmektedir. Bu bağlamda, Lefebvre’nin kent hakkı kavramı önem kazanır; zira Lefebvre, kentin yalnızca ayrıcalıklı bir azınlığa değil, tüm bireylere ait olması gerektiğini savunur. Ancak, filmde de görüldüğü gibi, bu hak Paris banliyölerinde yaşayan gençler için yalnızca bir hayalden ibarettir.
Kentsel dönüşüm, yeni bir kavram olmamakla birlikte, modern Paris’in bugünkü çehresini belirleyen en önemli süreçlerden biridir. 19. yüzyılın ortalarında Baron Haussmann’ın öncülüğünde gerçekleştirilen büyük dönüşüm, Paris’in tarihsel ve sosyal dokusunu kökten değiştirmiştir. Paris Komünü ve İşçi Devrimleri sırasında, dar ve labirentvari sokaklar, devrimcilerin kaçışını kolaylaştırırken kolluk kuvvetlerine ait ağır teçhizatın ve tankların geçişini neredeyse imkânsız hâle getirir. Dönemin valisi Haussmann, bu durumu tersine çevirmek amacıyla radikal bir şehir planı önerir. 1850’lerde uygulamaya konulan bu planla, Paris’in eski yapıları yıkılarak dar sokaklar yerine geniş bulvarlar inşa edilir ve bu bulvarlar, büyük meydanlara bağlanır. Böylece kolluk kuvvetleri şehrin içinde kolayca hareket edebilir. Ancak bu büyük dönüşüm aynı zamanda kentin sosyo-ekonomik yapısını da yeniden şekillendirir. Yoksul ve işçi sınıfı, şehir merkezinden dışlanan bir kesim durumuna gelir ve banliyölere sürüklenir. Haussmann’ın Paris’i, kentsel ayrışmanın derinleşmesine zemin hazırlayan bir mekânsal düzenleme örneği olarak tarihe geçer.
Bu tarihsel arka plan, La Haine‘de Vinz, Hubert ve Saïd’in yaşadıkları çaresizliği daha da anlamlı kılar. Coğrafi uzaklık, sosyal ve kültürel kopuşları da beraberinde getirir. Banliyöde yaşayan gençlerin, dil ve davranış biçimleri bu marjinalleşmenin yansımalarıdır. Ancak burada esas sorgulanması gereken, onları marjinalize eden sosyal ve politik yapıların ta kendidir. Paris gibi bir şehirde, kültürel elitizmin ve sınıfsal ayrıcalıkların merkezinde, bu gençlerin varlık göstermesi neredeyse imkânsızdır. Sanat galerisindeki iki kadınla iletişim kurma çabalarının başarısız olması, banliyölerle kentin merkezi arasındaki derin uçurumu simgeler. Her sosyal etkileşimin çatışmaya dönüşmesi, gençlerin kendi hatalarından değil, toplumun marjinal grupları sürekli dışlayan yapısından kaynaklanmaktadır.
Bu dışlanma, Vinz, Hubert ve Saïd’in kimlik inşasında derin izler bırakır. Manuel Castells’in toplumsal kimlik kuramına göre, marjinal grupların kimlik arayışı, kentsel mekânla olan ilişkileriyle yakından bağlantılıdır. Toplumun sert duvarları ve ötekileştiren mekanizmaları, gençlerin şiddeti yalnızca bir karşı koyma aracı değil, aynı zamanda varlıklarını onaylatma yolu olarak görmelerine yol açmaktadır. Castells’e göre, bu tür bir şiddet, bir kimlik arayışı ve aidiyet mücadelesi olarak okunabilir; Vinz, Hubert ve Saïd şiddeti bir tür protesto olarak kullanırlar.
Film, Chanteloup-les-Vignes banliyösündeki ayaklanmaların gerçek haber görüntüleriyle başlar. Bu görüntüler, La Haine’in yalnızca bireysel hikâyelere değil, daha geniş bir sosyo-politik bağlama odaklanacağının ilk işaretini verir. Abdel Ichaha adlı bir gencin polis gözetiminde ağır yaralanması, banliyölerdeki öfkeyi ateşleyen olaylardan biri olarak karşımıza çıkar ve bu olay, filmin merkezindeki üç arkadaşın hikâyesini yönlendiren temel dinamiklerden birini oluşturur. Abdel’in durumu, özellikle Vinz’in intikam arzusu üzerinde belirleyici bir rol oynar.
Yahudi kökenli Vinz, filmdeki öfke ve şiddet arzularının en belirgin temsilcisidir. Karakteri, Martin Scorsese’nin Taxi Driver (1976) filmindeki Travis Bickle’dan esinlenerek adeta bir intikam figürüne dönüşür. Onun Travis Bickle’ı andıran şiddet fantezileri, aslında banliyöde sıkışıp kalmış bir genç adamın çaresizliğini ve sistematik baskı karşısındaki güçsüzlüğünün dışa vurumudur. Vinz’in planı, Abdel’in ölmesi durumunda bir polisi öldürmektir. Ancak bu plan ne bireysel tatmin getirir ne de toplumsal bir çözüm sunar, çünkü şiddet yalnızca daha fazla şiddeti doğurur.
Afro-Fransız olan Hubert, Vinz’in tam zıttı bir karakter olarak öne çıkar. Afrika kökenli Fransız bir boksör ve küçük çaplı bir uyuşturucu satıcısı olan Hubert, banliyöden kurtulmayı ve daha iyi bir yaşam kurmayı hedefler. Hubert’in polis şiddeti karşısındaki daha temkinli duruşu, filmdeki farklı hayatta kalma stratejilerini temsil eder.
Saïd, Kuzey Afrikalı Müslüman bir gençtir ve Vinz’in hiddeti ile Hubert’in dinginliği arasında dengeleyici bir rol oynar. Sık sık komedi unsurları taşıyan diyaloglarıyla filmdeki gerilimi yumuşatır. Saïd’in pozisyonu, aynı zamanda banliyöde hayatta kalmanın ince dengelerini yansıtır. Polisle olan ilişkileri, banliyödeki gençlerin kolayca kriminalize edilebileceğini gösterir. Tanıdık bir polis memuru sayesinde serbest bırakılmaları, hukukun üstünlüğünün zayıfladığı ve bireylerin sistemdeki yerlerinin büyük ölçüde güç ilişkilerine bağlı olduğu bir düzeni temsil eder.
Kentsel mekânlarda konumlanan reklam panoları, kent sakinlerine sürekli olarak belirli yaşam tarzlarını, tüketim alışkanlıklarını ve başarı modellerini empoze eder. Vinz, Hubert ve Saïd gibi banliyölerde yaşayan gençlere dayatılmaya çalışılan bu imgeler, yaşamlarındaki çıkmazlarla alay edercesine parlak ve ulaşılmaz bir dünyanın simgeleri hâline gelir. Banliyölerin gri ve umutsuz dünyasında yaşayan gençler için “Gelecek Biziz” ve “Dünya Senindir” gibi ifadeler onların gerçekliğiyle hiçbir şekilde örtüşmeyen bir illüzyon sunar. Kent mekânında yer alan bu görsel unsurların işlevi, toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesine ve hegemonik baskının yeniden üretilmesine katkı sağlar.
La Haine, son sahnesiyle izleyiciyi sarsan bir final yaparken aslında toplumsal ve mekânsal adaletsizliklerin döngüselliğini ve değişmeyen gerçekliğini gözler önüne serer. Şiddetle başlayıp şiddetle biten bu hikâye, yönetmen Mathieu Kassovitz’un adeta güçlü bir manifestosudur. Toplumsal adaletin sağlanmadığı ve mekânsal ayrımcılığın sürdüğü her yerde, La Haine’in yankısı duyulmaya devam edecektir.
–
Lefebvre, H. (1991). The Production of Space.
Harvey, D. (2012). Rebel Cities: From the Right to the City to the Urban Revolution.
Castells, M. (2010). The Power of Identity.