2010’da yönettiği ilk uzun metrajlı filmi Animal Kingdom ile çarpıcı bir suç filmine imza atarak adından söz ettiren Avustralyalı yönetmen David Michod, 67. Cannes Film Festivali’nde yarışma dışı gösterilen ikinci filmi The Rover’la (2014) birlikte bu başarının tesadüf olmadığını kanıtlıyor ve Guy Pearce ile Robert Pattinson’u bir araya getiren, yine suç üzerine dayalı Western – post apokaliptik kırması bir atmosfer oluşturuyor.
Michod, Animal Kingdom’da başrollerden birini verdiği oyuncu Joel Edgerton’la birlikte kaleme aldığı bir hikâye olan The Rover’ı tek başına senaryolaştırmış. Açgözlülük nedeniyle yozlaşmış, kirli ve vahşi bir dünya tasvirini odak noktasına alan film, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir adamın üç soyguncu tarafından arabasının çalınması üzerine öldürücü bir nefretle harekete geçmesini ve yolda tesadüfen tanıştığı bir adamla çıktığı yolculuğu ele alıyor.
“Avustralya. Çöküşten on yıl sonra” diyerek söze başlayan film hiçbir şekilde bir tarih vermiyor, belirsiz bir geleceği odak noktasına alarak gri ağırlıklı renk skalasıyla kasvetli bir doku oluşturuyor. Ekonomik çöküşün adeta kıyamet sonrası bir western şehrine dönüştürdüğü kasabada sefalet kol geziyor, sinekler neredeyse her kadraja girecek şekilde cirit atıyor. Yaratılan tekinsiz atmosfer, tedirginlik yaratan müzik kullanımı ve Guy Pearce’in korkutucu bakışları, her an bu sessizliği bir patlamaya çevirecekmiş gibi gözükse de Michod gerilimi adım adım yükseltmeyi tercih ediyor.
Guy Pearce’ın canlandırdığı Eric ile Robert Pattinson’un oynadığı Rey karakterinin karşılaştığı andan itibaren The Rover, Western odaklı bir yol filmine dönüşüyor ve izleyiciyi bu vahşi ortamda karakterlerin birbirlerini etkileme sürecine tanıklık ettiriyor. Bakışından duruşuna kadar vahşi bir insan portresi çizen ve gözünü kırpmadan adam öldüren Eric, insanların hayvanlaştığı bu evrende zihinsel engelli Rey’e her baktığında içinde bir yumuşama, bir sempati duygusu, insanlığa dair bir umut oluşuyor. Vurulduktan sonra tek başına kalan, ağabeyinin kendisini bırakıp gitmesiyle hayal kırıklığına uğrayan ve nasıl yaşayacağını bilemeyen masum Rey ise güçlü, koruyucu ve yönlendirici bir ağabey modeli olarak gördüğü Eric’in içindeki kötülüğü örnek alıyor. Birbirine ters şekillerde etki eden bu iki karakter filmin esas meselesini oluşturuyor diyebiliriz. Zira, sevginin, insanlığın, iletişimin, adaletin neredeyse yok olduğu bir evrende bunların kıvılcımlarını görmek insana dair bir umut aşılıyor.
Quentin Tarantino, The Rover için “Mad Max’ten bu yana çekilen en iyi post apokaliptik film.” cümlesini kurmuş. Children of Men (2006) gibi bir başyapıt varken Tarantino’nun bu sözü fazla iddialı gibi gözükse de The Rover’ın ilerleyen zamanlarda The Road (2009) gibi türünün iyi örnekleri arasında sayılacağına şüphem yok. Michod’un klasik bir post apokaliptik film çekmek istemediği filmin arıza karakterlerinden ve tuhaf tekinsizliğinden belli olsa da Johnny Greenwood’un There Will be Blood’taki (2007) tedirgin edici notalarını hatırlatan bir müzik anlayışından bir anda Keri Hilson’un “Pretty Girl Rock” şarkısına geçmek gibi absürdlükler bu yapı bozuculuğu zirve noktasına çıkarıyor. Yönetmen filmde, türün vazgeçilmez öğelerinden olan romantizmi adeta kapı dışarı ederken, sürekli toz, kir, pas içerisindeki set ve kostüm tasarımı, dağınık saçlar ve sararmış dişlerle dolaşan oyunculara uygulanan saç ve makyaj çalışmasıyla oldukça gerçekçi bir hava yakalıyor.
Guy Pearce, genelde sabit bir kompozisyonu tercih etse de sadece bakışlarıyla hem soğuk, gizemli ve içe kapalı, hem de duygulu ve dışa dönük olmayı başarıyor. Filmin esas yıldızı olan Robert Pattinson ise muhtemelen kariyerinin en iyi performansına imza atarak başarılı bir karakter oyuncusu olma yolunda basamakları adım adım tırmanmaya devam ediyor. İki filmiyle de yönetmenlik açısından farklı ve etkili dokunuşlarıyla vizyon sahibi bir yönetmen olacağının sinyallerini veren David Michod’un yeni filmlerini merakla bekliyor olacağımız bir gerçek.