Rebecca Lenkiewicz’in Hot Milk (2025) filmi, Deborah Levy’nin aynı adlı romanından uyarlanan ve anne–kız ilişkisini merkezine alan bir eserdir. Sofia ile annesi Rose’un etrafında şekillenen film, Akdeniz’in yakıcı güneşi altında gelişen bir bağımlılık ve özgürleşme öyküsünü anlatır. İspanya’nın ıssız kıyılarında geçen hikâye, annenin bedensel kırılganlığı ile kızın kimlik ve bağımsızlık arayışı arasında kurulan gerilim üzerinden ilerler. Görsel atmosferi, duyusal yoğunluğu ve karakterler arasındaki çatışmalarıyla Hot Milk, yalnızca bir aile hikâyesi değil, aynı zamanda bireyin kendi benliğini keşfetme yolculuğuna dair evrensel bir anlatı sunar. Ayrışma ve bireyleşme süreci incelenirken, Nesne İlişkileri Kuramı’nın öncülerinden Melanie Klein’ın yaklaşımından yararlanılacaktır. Bu yazı, filmi izlememiş olanlar için seyir zevkini azaltabilecek ayrıntılar içermektedir.
Sofia, gençliğini annesinin bitmek bilmeyen hastalıklarının gölgesinde tüketmiştir. Rose’un gizemli felci yüzünden akademisini bırakmış, evlerini ipotek ettirip onu İspanya’daki kliniğe getirmiştir. Ancak Rose’un yürüyememesine dair kesin bir teşhis hiçbir zaman konulamaz. Günler geçtikçe ortaya çıkan tablo, bu felcin bedensel değil, derinlerde gizlenen ruhsal bir çatışmanın yansıması olabileceğini düşündürür. Rose, adeta kendi bedenine kapanmış bir kadındır; en küçük belirtiyi bile ölümcül bir hastalığın işareti gibi gören, kendini durmaksızın gözlemleyen, kaygının gölgesinde yaşayan bir hipokondriyak. Kızının gençliğini tüketen bu hastalık, belki de Rose’un bilinçdışı arzularının sessiz bir oyunu, kendine ve çevresine dayattığı görünmez bir zincirdir.
Bir Sıcak Bir Soğuk,İyi Meme Kötü Meme
“En erken evrelerde, sevgi ve nefret parça-nesnelere yöneltilir ve bölme yoluyla birbirinden ayrı tutulur; iyi meme ve kötü meme ayrı varlıklar olarak hissedilir.”[1]
Klein’a göre bebek, yaşamının başında yaşadığı memnuniyet verici deneyimleri “iyi nesne” olarak idealleştirirken; hayal kırıklığı, açlık gibi negatif deneyimleri “kötü nesne” şeklinde konumlandırır. Bebek, sevgi ve nefret gibi çelişkili duyguları aynı anda tek bir nesneye yöneltemediği için, iyi ve kötü imajları zihninde birbirinden ayırarak yönetir. Bu sayede “iyi” olanı koruyup içselleştirebilir, “kötü” olana dair kaygıları ise dışsallaştırarak (nesneye yansıtarak) ondan kurtulmaya çalışır. Klein, yaşamın ilk 4-6 ayında görülen bu ilkel zihinsel konumu paranoid-şizoid konum olarak adlandırır . Paranoidterimi, bebeğin dışarıdan kendisine yönelik bir saldırı veya yok edilme tehdidi hissetmesine şizoid ise bu tehdide karşı başvurduğu bölme savunmasına işaret eder. Paranoid-şizoid evrede bebek, benliği korumak adına “iyi” ve “kötü”yü katı biçimde ayırır; iyi nesneyi aşırı idealleştirme yoluyla mükemmel ve zararsız kılarken, kötü nesneyi tümüyle değersiz ve tehditkâr olarak konumlar. Nitekim Klein, paranoid-şizoid konumun başlıca anksiyetelerinin paranoya (takip edilme, kötülük görme korkusu) ve hipokondri (bedensel bütünlüğe ilişkin aşırı kaygılar) olduğunu belirtir.
Klein’ın paranoid-şizoid evre betimlemesinde bu tür hipokondriyak korkuların vurgulanması, Rose’un ruh haliyle paralellik gösterir. Rose, hasta rolüne bürünerek kendini merkezde tutmakta, farkında olmadan kızını da bu role bağımlı kılmaktadır. Anne ve kızı birbirlerine hem muhtaç olup hem de bu muhtaçlığa içerledikleri yıkıcı bir karşılıklı bağımlılık mücadelesi içindedir. Rose, tekerlekli sandalyeye mahkûm yaşamıyla Sofia’yı kendine zincirlemiş durumdadır. Sofia’nın tüm gündelik yaşamı anneye bakma görevine endekslenmiştir.Sofia, çocukluğundan beri Rose’un ihtiyaçlarını karşılamak için beklemede kalmış, adeta kendi hayatını dondurmuştur. Sofia’nın annesinin iyileşmesi için uğraşması, bunu beklemesi ve tepkisizlik içinde olanları kabul etmesi, şimdiye dek kendi yaşam sorumluluğunu annesine yüklediğini, annesinin değişimini kendi özgürlüğünün şartı haline getirdiğini göstermektedir. Ne var ki bu, kısır bir döngüdür: Rose değişmedikçe Sofia kurtulamaz; Sofia bağımlı kaldıkça Rose değişmeye teşvik edilmez.
Bu patolojik yakınlık, Kleincı perspektiften bakıldığında, ayrışma sürecinin başarısızlığa uğramış olabileceğini akla getirir. Normalde bir çocuk, ergenliğe ilerlerken anneyle ayrışma ve bireyselleşme sürecini yaşar; anneye bağımlılığın azalması, genç bireyin kendi kimliğini kurması beklenir. Oysa Sofia, fiziksel olarak yetişkin bir kadın olsa da psikolojik olarak anneden ayrı bir birey olma konusunda zorlanmaktadır. Baba figürünün yokluğunda, anne-kız ikilisi kapalı bir devre oluşturmuş; Sofia’nın tüm yatırımı annesine yönelmiş, Rose da kızını tek “nesne” olarak elde tutmuştur. Bu, bir bakıma ikilinin ilkel bir birleşme durumunda sıkışıp kalmasıdır. Klein’ın kuramında bebeğin anneyle başta yaşadığı kaynaşma hissi, sağlıklı gelişimde yerini yavaş yavaş ayrı bir benlik duygusuna bırakır. Ancak Rose ve Sofia bu ayrışmayı ertelemiş gibidir. Rose, eş kaybının yarattığı boşluğu kızının sürekli yakınlığıyla doldururken; Sofia da belki kendi hayatının belirsizliklerinden kaçarak annesinin bakımına sığınmıştır. Fakat er ya da geç ayrışma gereği kendini dayatır – Hot Milk’te bu gereklilik, İspanya’daki yolculuk ve sonrasında yaşananlarla su yüzüne çıkar.
Kumdaki Ayak İzleri
İspanya’da geçirilen süre, anne–kız ilişkisinde belirgin bir dönüm noktası niteliği taşır. Sofia, bu dönemde ilk kez annesinden kısmen uzaklaşarak kendi ilgi alanlarını ve benliğini keşfetmeye yönelir. Uzun yıllar annesinin bakımına adadığı yaşamı, bu süreçte farklı bir yön kazanır. Rose’un klinikte aldığı tedavi devam ederken, Sofia yeni insanlarla tanışır ve kendi arzularının peşinden gitmeye başlar. Böylece yaşamı artık yalnızca annesinin etrafında şekillenmez, genç kadın ilk kez kendi duygu ve deneyimlerine öncelik tanımaya başlar.
Bu süreçte Sofia’nın zihninde annesine dair konum da sarsılır: Rose’un mutlak öncelik olduğu, her şeyin onun etrafında örgütlendiği eski düzen kırılmaya yüz tutar. Sofia, annesinden giderek duygusal ve fiziksel mesafe alır, bazı günler onu plajda ya da kasabada tek başına bırakarak kendi başına keşfe çıkar. Bu durum, anne-kız ikilisi için sarsıcıdır çünkü Sofia’nın ayrışma hamleleri Rose’un bilinçdışı korkularını tetikler. Rose, kızı gözünün önünde olmadığında tedirgin olur, huysuzlanır; dikkat çekmek için hastalığının belirtilerini abarttığı izlenimi verir. Hatta filmde Rose’un, Sofia’ya karşı pasif-agresif ve duygusal manipülasyon içeren tutumlar sergilediği görülür. Örneğin Sofia gecikince surat asar, minnet göstermeyip hastalığını vurgulayarak suçluluk hissettirmeye çalışır. Rose’un Sofia’ya şükran ya da sevgi göstermemesi, kızının fedakârlığını takdir etmeyip yalnızca daha fazlasını talep etmesi, Sofia’da birikmiş bir öfkeye yol açar. Sofia, defalarca denize girer ve zehirli denizanaları tarafından sokulur. Başta bu acıyı adeta bilerek çağırır. Bu sahneler, düşündükleri için cezalandırılma arzusunun, bastırılmış öfkenin ve özgürleşme isteğinin bedensel bir dışavurumudur.
Sofia’nın özerklik mücadelesi, büyük ölçüde anneden duygusal kopuş çabasıyla örtüşse de bundan ibaret değildir. Sofia aynı zamanda kendi kişisel arzuları ve yaşam tarzı konusunda da yolunu bulmaya çalışır. Ingrid, Sofia’nın yaşamına adeta bir aydınlanma ve özgürleşme temsili olarak girer. Ingrid, özgür ruhlu, sanatsal bir karakterdir. Sofia, Ingrid’e büyük bir merak ve hayranlıkla çekilir, onun bedenine, yaratıcılığına, pervasız tavırlarına kapılır. Sofia için daha önce tatmadığı bir özel ilgi ve kabul görme duygusu yaratır. Ingrid, sembolik olarak Sofia’ya kendini sevilen biri olarak deneyimleme fırsatı sunar – belki annesinden hiç tam anlamıyla alamadığı bir duygudur bu. Aynı zamanda Ingrid, bağımsız bir kadın kimliğinin temsilidir. Sofia onunla birlikteyken, annesinin kızından ziyade bir kadın, bir sevgili, keşfedilmeyi hak eden ayrı bir birey olduğunu hisseder. Bu nedenle Ingrid, Sofia için bir çeşit ideal nesne haline gelir: Özgürlüğü, arzu edilmeyi, yaratıcılığı temsil eden, Sofia’nın ulaşmak isteyip de çekindiği yönlerini yansıtan bir figür. Fakat bu ilişkinin niteliği de tam olarak belirgin değildir; tutkulu ama bağlamsız, sanki rüya gibi gelip geçen bir epizod gibidir. Nitekim Sofia, Ingrid’i bütünüyle “sahiplenip” hayatına yerleştiremez. Ingrid, Sofia için bir geçiş nesnesi gibidir: Ona kendi hayatının olasılıklarını gösteren, fakat kalıcı olarak yanında kalmayan bir yol arkadaşı.
Ilıklığın Acısı
“Bebek, sevdiği ve nefret ettiği nesnenin aslında aynı olduğunu fark ettiğinde, suçluluk duyguları ve zarar verdiği sevilen nesneyi onarma isteği ortaya çıkar.” [2]
Klein’ın kuramına göre gelişim süreci normal seyrettiğinde, yaklaşık 4-6 aydan sonra bebek kademeli olarak “iyi” ve “kötü” imajları aynı nesnede birleştirmeye, yani annesinin hem sevgi veren hem de bazen hayal kırıklığına uğratan “bütün” bir kişi olduğunu idrak etmeye başlar. Bu daha olgun konum, Klein’ın depresif konum dediği evredir. Depresif konumda çocuk, anneye karşı duyduğu sevgi ve saldırganlık duygularının birlikte var olabileceğini kabul eder; bu ambivalans beraberinde suçluluk ve kaybetme korkusunu getirir, çünkü çocuk kendi saldırgan fantezilerinin sevdiği nesneye zarar verebileceğinden endişe duyar. Ancak bu suçluluk duygusu aynı zamanda onarma isteğini doğurur; çocuk, sevdiği nesneyi korumak ve telafi etmek ister. Böylece bütüncül gerçekçilik ve ambivalans taşıyan ilişkiler kurulabilir hale gelir. Klein’ın kuramında sağlıklı psikolojik gelişim, bireyin gerektikçe paranoid-şizoid savunmaları kullanabilse de nihayetinde depresif konumdaki bütünleşmiş nesne ilişkilerine erişebilmesiyle ölçülür. Yine de ilk çocuklukta yaşanan travmalar veya sorunlu ilişkiler, yetişkinlikte stres altındayken insanları “tamamen iyi” veya “tamamen kötü” uçlarda algılamaya sebep olabilir.
“Şükran, içselleştirilmiş iyi bir nesneyi sevebilme ve ondan haz alabilme kapasitesinden doğar.” [3]
Sofia, yıllarca annesine kızsa da öfkesini bastırmıştır; şimdi ilk defa mesafe alıp kendine dışarıdan bakınca, annesine bağımlı kalmasında kendi payını da görmeye başlar. Bir çocuk için anneye bağlılıktan kopmak nasıl sancılıysa, Sofia için de annesinden duygusal olarak ayrışmak öyle sancılıdır; ancak bu sancı olmadan olgun bir kimlik inşa edilemez. Sofia, annesine koşulsuz itaat eden evlat konumundan çıkıp, kendi seçimleri ve istekleri olan bir birey konumuna doğru adım atmaktadır. Bu dönüşüm, Klein’ın tarif ettiği depresif konuma geçişin bir belirtisi sayılabilir: Sofia, anneye hem bağlılık hem kızgınlık duyduğunu fark edip bu ambivalansı kabullenmeye başlamıştır. Artık annesini tamamen idealize eden “iyi anne” imgesi de ondan kurtulmak isteyen “kötü anne” algısı da yumuşar; yerine, annesinin kusurlu da olsa sevilen bir insan olduğunu ama kendisinin ondan ayrı bir hayatı olması gerektiğini anlama yönünde bir bilinç oluşmaya başlar.
Finalde, annenin hastalığının belirsizliği devam etse de kayıp ihtimali somutlaşır. Bu durum, Sofia’nın annesinden fiziksel ve duygusal olarak ayrışmaya başlamasını, aynı zamanda onun içsel temsilini korumak istemesini beraberinde getirir. Kayıp olasılığı suçluluk duygusunu tetikler, fakat bu suçluluk aynı zamanda onarma arzusuna da dönüşür. Sofia, annesine yalnızca kızgınlık duymak yerine, artık onun kırılganlığını görüp daha şefkatli yaklaşır. Bu da bastırılmış öfkenin yıkıcı olmaktan çok dönüştürücü bir hâl almaya başladığını gösterir. Anne ile kızın birbirlerine bağlılık ve özgürleşme arasında kurdukları hassas denge, birey olma sürecinde hem ayrılığın acısını hem de bağımsızlaşmanın zorunluluğunu yalın bir biçimde gösterir.
Kaynaklar
1) Klein, M. (1975). The Writings of Melanie Klein, Vol. 3: Envy and Gratitude and Other Works, 1946–1963. London: Hogarth Press.
2) Klein, M. (1935). A contribution to the psychogenesis of manic-depressive states. International Journal of Psychoanalysis,
3) Klein, M. (1957). Envy and gratitude. In M. Klein, Envy and gratitude and other works 1946–1963 (pp. 176–200). London: Hogarth Press.