Yönetmenliğini Eleanore Lindo’nun üstlendiği, senaryosu Murray McRae’ye ait olan Touching Wild Horses (2002) adlı filmde babasını ve kız kardeşini bir trafik kazasında kaybetmiş olan oniki yaşındaki Mark’ın teyzesi Fiona’nın yanında geçirdiği birkaç ayın hikayesini izleriz.
Fiona (Jane Seymour), sadece vahşi atların bulunduğu bir adada hükümetten özel izinli olarak yaşamakta olan iki insandan biridir. Bu adada yıllardır atları gözlemlemekte, haklarında makaleler yazmaktadır. Çok beklendik şekilde adadaki diğer kişi olan Charles (Charles Martin Smith) ile anlaşamaz. Kısacası yalnızdır. Hem de ıssız bir adanın ortasında, yapayalnız. Derken kız kardeşinin ailesiyle birlikte bir trafik kazası geçirdiğini, komada olduğunu, kocasının ve kızının öldüğünü, oğlu Mark’ın (Mark Rendall) ise kalacak bir yere ihtiyacı olduğunu öğrenir. Film, Mark’ın teyzesi Fiona’yla birlikte adaya gitmek üzere bir gemiye binişiyle başlar. Karakterler, olaylar, geçmiş, gelecek ve geminin menzili hakkında en ufak bir fikrimiz yoktur. Bildiğimiz tek şey, olağanüstü renklerle, alışılagelmişin dışında bir görsellik içinde bize gösterilen bu insanların hikayelerini keşfetmeye gönüllü olduğumuzdur.
Mark adadan da, ıssızlıktan da, yalnızlıktan da, Fiona’dan da nefret eder. Fiona ise uzun zamandır yalnız yaşamaktan mütevellit insan ilişkileri konusunda son derece beceriksizdir. Tek korkusu, Mark’ın yanlış bir şey yapıp Fiona’nın bu adadaki “mükemmel” yaşantısını tehlikeye atmasıdır. Çünkü adada tek bir kural vardır: “Vahşi atlara dokunma!”.
Bu cümle yalnızca bu adanın kuralı mıdır, yoksa tam da burada film bize kendi hayatlarımıza dair bir şeyler mi söylemeye çalışır? Gündelik hayatın temposu içinde her birimizin içinde olmaktan mutluluk duyduğumuz, kendimizi güvende hissettiğimiz minik kozaları yok mudur? Kimse bana elleşmesin, ben de kimseye dokunmayayım mantığı içinde harcadığımız zamanlar… Hayata dair keşfedileceklerin yanıbaşımızda bulunabileceği çoğu zaman aklımıza gelmez. Şu yanınızdan yürürken omzu sizinkine teğet geçen adam, ya da topu sizin bulunduğunuz tarafa yanlışlıkla kaçmış çocuğun beklentiyle bakan gözleri… Hiçbiri bir şey söylemez insana. Günümüz toplumunda ne yazık ki birini tanımaya meyletmenin tek sebebi, o kişiyle zaman geçirme zorunluluğudur.
Tıpkı Fiona ve Mark örneğinde de olduğu gibi. Hırçın Mark “Burada olmaktan nefret ediyorum” diye bağırırken, Fiona da “Ben de senin burada olmana bayılmıyorum!” karşılığını verir. İki taraf da mutlak çaresizlik içinde, ıssızlığın ortasında birbiriyle sıkışıp kalmıştır. Adadaki üçüncü kişi olan Charles’ın film içinde yalnızca bir ya da iki kez görünmesi, bunun dışındaki zamanın tamamen Mark, Fiona ve atlar arasında geçiyor olması da iki insanın birbirlerine ve kendilerine doğru yaptığı yolculuğa başka kimsenin tanıklık etmesinin gerekmediğinin göstergesidir aslında.
Ne tesadüftür ki, adaya gelmeden önce bir okulda öğretmenlik yapmış olan Fiona, ailesinden hiçkimsenin kendisiyle ilgilenmemesi sebebiyle dersleri çok kötü olan Mark’ın imdadına koşar. Teyzesi Fiona sayesinde Mark kendi içindeki potansiyeli keşfeder. Dersleri düzelir, hayatı düzene girer. Fiona ise kendi hayatına dair kaybettiğini düşündüğü bir çok şeyi Mark ile yeniden kazanır. Bizler bu iki insanın kendi geçmişlerine dair pişmanlıklarını, özlemlerini birbirleriyle paylaşmalarını, birbirlerinde kendilerini bulmalarını hayranlıkla izleriz. İlişkileri geliştikçe kendilerine ve birbirlerine dair keşfettikleri şeyler de artar, kıymetlenir. İnsanın kendi etrafına ördüğü “Dokunma!” duvarı yıkılmaktadır artık. Öyleyse adaya ait o meşhur kuralı bozmanın da zamanı gelmiştir. Ve nihayet Mark, tam da Fiona ile derin, kopmaz bağlar kurmasına denk düşen bir zamanda vahşi atlara dokunur! Şimdi ikisini de hiç düşünmedikleri bir gelecek beklemektedir. Yaşam eskiye dönmemek üzere değişmiştir artık. Hayatına dokunarak ve bizimkine dokunmalarına izin vererek kendi hayatımıza kattığımız insanlardan sonra bizim yaşantılarımızdaki değişiklikler gibi…
Filmin bundan sonrası birbirine sıkı sıkıya bağlı bir teyze-yeğenin adayla, atlarla, kurallarla, Charles’la ve kendi geçmişleriyle çatışmasını yansıtır bizlere. Sırlar, paylaşımlar, duygusallıklar, sarılmalar, göz yaşları, fedakarlıklar ardı ardına gözlerimizin önüne serilir.
Bu açıdan bakıldığı zaman Touching Wild Horses kolay, eğlencelik, izleyiciyi yormayan bir filmdir. Duygusal ağırlıklı olduğundan benim için “Anne İle İzlenebilecek Filmler” kategorisine girer. Hikaye çok sayıda klişeler içerse de, oyunculuklar ve görüntü açısından başarılı bulduğumu söylemeliyim. Jane Seymour’u nedenini anlayamadığım bir şekilde çok seviyorum. Onu bu tarz filmlerde izlemeyi de… Ancak Mark Rendall’ın oyunculuğu filmdeki herkesi geride bırakır nitelikte. Bir de atlar var ki, o atlar… Adanın muhteşem görüntüleriyle birleştiğinde, sephia tonlarında bir gülümseme bırakıyor insanın yüzünde. İster istemez memnun kalkıyorsunuz ekran başından…
Uzun zaman sonra annemin yanına geldiğim bir günde bu film ile ilgili yazmam bir tesadüf müdür, onu bilemem. Ama siz de sevdiğiniz insanla birlikte izleyeceğiniz, sıcak bir film arıyorsanız bu filmi görün derim.