Güzel bir Eylül akşamı, Kadıköy’ün güzide semtinde ünlü Moda Caddesi üzerinde bir mekânda Can Evrenol’la buluştuk. Mekânın arka bahçesinde sanki evimizin bahçesindeymişiz gibi güzel bir söyleşi gerçekleştirdik. Kendisi setten yeni çıkmış, yorgun argın Beşiktaş’tan Kadıköy vapuruna binmiş ve Moda’ya gelmişti. Kahve eşliğinde yaptığımız söyleşi ile iki sinemasever bir başka boyutta enerjimizi yükselttik ve Can Evrenol’un ilhamlarını size aktarma şansı bulduk. Bunun yanında kendisi Baskın DVD’sini siyah sırt çantasından çıkarıp hediye etmekten de geri kalmadı.
Her izleyiciye ayrı bir ufuk açabileceğine inandığımız yönetmen, Türkiye Sinemasında farklı bir yere oturacağa benziyor ve heyecanımıza heyecan katıyor. Ayrıca korku türünde son kısa filmi olan Baskın ile çok başarılı geri dönüşler alan Can Evrenol bu filmin uzun metrajını yapmak için kollarını sıvamış. Anlayacağınız bir “Baskın” geliyor!
Baskın 40’tan fazla farklı şehirde dünyada korku filmi festivaline seçilmiş ve Cannes ve Berlinale’de Türk sineması kataloğu ve standında seçkide sunulmuş. Ayrıca SITGES International Fantastic Film Festival’i gibi birçok yerde sinemasını Official Selection gösterimlerinde tanıtılmış ve epey beğeni almış. Yönetmenin hikâyesi ve fikirlerini duymak ise tüm sinemaseverlere o büyünün gerçek hayattaki versiyonunu gösterebilir.
Can Evrenol’la korku sineması, başından geçen sinema serüveni ve yeni uzun metraj projesi Baskın hakkında keyif alacağınızı umduğumuz bir söyleşi gerçekleştirdik…
Oldukça genç bir yaşta kısa filmlerinle birçok ödüle ve başarıya imza attın. Bize biraz bu güne kadar korku sineması adına neler yaptığından ve bu sürecin nasıl başladığından bahseder misin?
Aslında Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası Finans okuyordum. 3 sene okudum, sonra baktım olacak gibi değil bıraktım. Dedim ki mezun olmak için en sevdiğim şeyi okuyayım da rahat rahat, ondan sonra para kazanmak için bakarız. İngiltere’de kız arkadaşım vardı o sıralar onun yanına gittim. Orada bir Kent Üniversitesi varmış hakkında hiçbir şey bilmediğim bir iki kişinin hakkında güzel dediği bir yer. Film Studies’e başvurmuştum. Kompozisyonum iyidir, severim yazmayı çizmeyi. Kabul edildim. Gittim oraya sinema okumaya başladım. Ama sadece teorik olduğunu bilmiyordum, yani uygulamada hiçbir şey yok. Mezun olmuşum elime kamera almamışım. Bu yüzden mezun olduktan sonra dedim ki şöyle güzel bir kursa gideyim de elime bir kamera alayım. Sonra Los Angeles’ta NYFA’ya (New York Film Academy) gittim. Orada Vidalar’ı çektim. Vidalarda benim ortaokuldan beri bir gün kısa film çekersem bunu çekeyim dediğim derste okuduğumuz Sulhi Dölek’in bir hikâyesiydi. Çok sevdiğim bir hikayedir. Sonra çıkan sonuç benim hoşuma gitti. Birçok insan ve etrafımdaki herkes “aa sen çok iyi yapıyorsun.” diye beni gaza getirdi. Sonra bir tane daha, bir tane daha derken öyle arka arkaya kısa filmler, festivallere seçilmeler başladı. Yavaş yavaş “aa dur ben bu işi yapabilirim” dediğim zamanlarda İspanya‘ya To My Mother and Father’la gittiğimde Reha Erdem’le karşılaştım. O da Kosmos’la oradaydı. Dünyanın en büyük fantastik film festivali bu, Reha Erdem ne alaka ama işte Kozmos fantastik film olduğu için çağırmışlar. Reha Erdemde iyi ki değerlendirmiş ve gitmiş. Orada tanıştık ve işte o bana gel İstanbul’a reklam falan çek dedi. Ben de bir baktım, sonra İstanbul’a kesin dönüş yaptım. Ondan önce hep Londra-İstanbul git gel yapıyordum. İşte bugünlere geldik.
Peki o noktada İstanbul’a dönüş fikri kafa karıştırıcı değil miydi film çeken biri olarak?
Bir yandan şöyle bir şey oldu. 28 yaşına geldim anca kiramı ödeyebiliyordum. Geri kalan şeylerde hep ailemin parasıyla geçiniyordum. Bende kendi paramı kazanma isteği ve bir yandan kendi kariyerimi yapma isteği vardı ve bunları da beslemem lazımdı bir yerden sonra. Bir de lisedeyken, ileride acaba yönetmen olur muyum diye düşündüğüm zamanlarda bile içimde bir hissiyat “reklam, klip çekerim paramı oradan yaparım, kendi paramla da kimseye hesap vermeden uzun metraj çekerim” diyordum. Zaten en başından beri hissiyatım buydu. Çok da benim doğama ters bir şey değil reklam çekmek. Çok fazla olunca biraz boğucu, hakikaten biraz köreltici oluyor. Kapalı bir kutuya sokuyor seni. Ama yine böyle bir ara verip bu Aralık’da yapacağım gibi uzun metraj çekme lüksü olduktan sonra fena bir kariyer değil.
Esin kaynakların ve beslendiğin alanlar neler? Bunun yanında edebiyat ve sinemada etkilendiğin isimler kimler?
Belki çok klişe bir cevap ama birçok şeyden beslenen bir insanım herkes gibi. Ama ilgi alanlarım birbirinden çok farklı: Kafes dövüşü, futbol, korku filmi, klasik müzik, Japon çizgi filmleri… Bunların içinden bir şeyler bulup bulup besleniyorsun. Kendin de bilmiyorsun neyden beslendiğini bence. Böyle sorular geldiğinde vermeyi sevdiğim cevaplar: David Lynch, StanleyKubrick, Paul Verhoeven,Roman Polanski, David Cronenberg… Uzunca bir zaman bana en sevdiğin yönetmen kim dendiğinde Cronenberg diyordum. Hem Avrupa’dan çıkmış, arthouse ve kişisel sinemalar yapmış ama Hollywood’da da film endüstrisi içinde aksiyon ve korku filmleri, tür filmleri yapmış olan yönetmenler en çok etkilendiğim işleri üreten insanlar. Onun dışında Lars von Trier’den de çok etkileniyorum. Nefret ettiğim Michael Bay’in Pain& Gain (2013) filmini de çok sevdim. Senin sorduğun anlamda daha büyük ölçekte baktığımızda küçükken evde deli gibi klasik müzik dinlenirdi. Sen kaçlısın?
91’liyim. (Gülüyorum)
Büyük ihtimal hatırlamazsın, Pazar günleri klasik müzik vardı TRT’de sadece. Tek kanal var, Pazar günü televizyonu açıyorsun ve sadece klasik müzik var. Sıkıcı bir şey bir yerden sonra ama onla büyüyor olman sen fark etmeden böyle içine yerleşiyor.
Bir derinlik veriyor belki de…
Kesinlikle. Annem babam mimar. Rönesans dönemi sanatı ile büyüdüm… Küçükken evde ressamların, heykeltıraşların, Rönesans Dönemi sanatçılarının kitapları vardı. Ben onları çekip bakardım, en eski anılarımdan… Çok erken yaştan itibaren bilgisayar oyunları ve bilgisayarla iç içe büyüdüm diyebilirim. Onun dışında Ömer Seyfettin, Sabahattin Ali, Sait Faik, Sulhi Dölek, Aziz Nesin çok severek okudum. Iron Maiden, Conan, Thundercats‘i diğerleri kadar çok seven bir insanım. Benim dünyamda Thundercats, Sait Faik ve Cronenberg, farklı şekillerde olsalar da aynı derecede saygı değerler.
Sence korku filmlerinde izleyici olarak mesele “korkmak” duygusu mu? Yoksa başka hazlar da katılmalı mı?
Korku filmini tanımlamak; işin içine girince, daha derinden ayrıntılı bakınca çok da kolay değil aslında. Biz korku filmi deyip geçiyoruz ama çok farklı korku filmleri aynı başlık altında, çok farklı tipte filmler oluyor. Seyirciyle farklı iletişimler kuran filmler… Mesela The Blair Witch Project (1999), Evil Dead II (1987), Cloverfield (2008)… Bunların hepsi çok farklı filmler; birisi komedi, bir tanesi aksiyon, bir tanesi hakikaten seyirciyi korkutmaya çalışan… Mesela Carpenter’ın In the Mouth of Madness’ı (1994) izleyince çok da korkacağın bir film değil… Belki de seksenlerde korkutucuydu. Böyle korkutmaktan çok ”oha dedirtecek”, şaşırtacak ve böyle şaşkınlıktan keyif verecek filmler oluyor. Mesela Paranormal Activity’i (2007) izlerken evde tek başıma ben korkarım, rahatsız olurum. Çok sevdiğim bir film değil. Bir sanat eseri gibi yaklaşamam. Ama mesela The Evil Dead (1981) komedi de barındırıyor. Ama komedi de olmayıp, hakikaten çok korkutmamasına rağmen senin çok sevdiğin bazı korku filmleri vardır, bu da farklı bir şey. Benim filmlerim biraz bu kategoriye düşüyor bence. Bu bilerek yaptığım bir şey değil. Yani bence yavaş yavaş seyirciyi rahatsız etmek başka bir şey, bu korkutacak yere de gelebilir. Ama tam kasıtlı yaptığım bir şey değil. Ben filmlerime açıkçası sanat filmi yapıyormuş gibi yaklaşıyorum ne kadar klişe olursa olsun… Ve bu biraz deneysel oluyor ve beraber görüyoruz; işin keyfi de bu zaten.
Filmlerinde açık kanlı (gore) sahneler kullanmayı tercih ediyorsun. Seyirciyi empati yapmaya sürükleyen ve kendimizi kurbanın yerine koyduğumuz bir tarzın var. Bunun hakkında ne söylemek istersin?
Yazarken ve yaparken, esasında en çok izlemek isteyeceğim ve böyle insanlara en çok çarpıcı gelecek sahneleri yazıyorum ve yapıyorum. Ondan daha fazla şey söylersem yapmacık olur. Yani o biraz kendi heyecanlandığım şeyler, kendi hoşuma giden detaylar ve hissiyatlarla alakalı.
To My Motherand Father, The Chest (Sandık), My Grandmother, Kurban Bayramı kısa filmlerinin hepsinde çocuk karakterlerle karşılaşılıyor. Sence burada “güç”, “masumiyet” kavramı üzerine bir anlatımda mı bulunuyorsun?
Güzel. Bak bu söylediğin hoşuma gitti. Çoğunlukla filmlerden sonra insanlardan gelen yorumlardan aklımda kalanlar benim o filmi tanımladığım kelimeler oluyor aradan zaman geçtikten sonra. Mesela, Chest ile ilgili bir gün bir gösterimden sonra izleyenlerden biri gelmişti, bir kız şey demişti: “Oradaki sandık önce ana rahmini (çünkü bebek çıkıyor), sonra beşiği, sonra da tabutu temsil ediyor bence” demişti. “oha süper, süper” demiştim. Sonra da ben bunu kullanayım dedim. Çok güzel bir şey ben bunu kullanayım diye değil sadece, tam benim hissiyatıma uyan da bir şey olduğu için…
Sen şimdi bana “masumiyet” dedin belki de o yüzden bu bana çok sorulan bir soru… “Neden hep çocuk kullanıyorsun?” diye soruyorlar. Bilmiyorum çünkü bir hikayeyi yazarken çocuğun başına geliyorsa direkt daha etkileyici oluyor. Nedenini bilmiyorum. Nedenini anlatabilirim, üzerine de kafa yorabilirim tabii ki… Ama ilk başta çıkış noktası olarak o kafa yorduğum şey değil… Mesela ben Ladri di Biciclete’yi (1948) de çok seviyorum, Sulhi Dölek’in Korugan’ını da çok seviyorum veya Stand by Me (1986)… Çocukların başından geçince dediğin gibi belki “masumiyet”ten dolayı, belki de İngilizce’de hithome (eve vuran) diye bir laf vardır; her şey daha da çok “eve” vuruyor… Bir cinayet olsun, bir sürpriz olsun çocukla beraber anlattığında seyirci üzerinde 2 katına çıkıyor etkisi, benim üzerimde öyle oluyor mesela. Bence böyle bir şey var. Bir de ben çocukken ailem biraz genel toplumdan izole yaşayan mimar, sanatçı bohem bir çiftti ve tam 80’lerin başıydı… Hani artık haber okumaktan yorulmuş, “lanet olsun” demiş ve bırakmış insanlar herhalde… Şimdi daha iyi anlıyorum yaşım geçtikçe onları… Onlar popüler kültürden ve dışarıdaki diğer her şeyden daha izole, evde televizyonsuz, kitap okuyarak yaşayan insanlardı… Herkes çocukluğunu, memleketini, kendi kültürünü geriye baktığında görür. Benim geriye gittiğimde beslendiğim şey hep aile, annem, babam, sofrada oturmamız, bir şeyler yapmamız. Bir de toplumun temel yapı taşıdır aile. Onun için aile ile ilgili bir şey yaptığın zaman hep bence daha büyük yankıda ufak şeyler yapmış oluyorsun.
Zaten hep en etkileyici değil midir bir ailenin başından geçen hikâye, okuduğumuz ya da izlediğimiz zaman…
Kesinlikle. Bir ailenin içinde bir şeyi anlattığın zaman sembolik olarak bir toplumla, ülkeyle, herhangi bir oluşumla ilgili bir şey anlatmış oluyorsun. Çünkü orada bir ufak bir şey, yapı taşı var.
Özellikle To My Mother and Father’da oidipus kompleksi gibi psikanalitik öğelerle karşılaşıyoruz. Senin bu yönde özel bir sembolik anlatım seçtiğini söyleyebilir miyiz? Bu sembolleri ve anlatımlarda kullandığın imgeleri seçme sürecini anlatır mısın?
Yazarken nasıl daha şok edici olabilir diye düşünüyorum. Mesela çok iyi hatırlıyorum hamilelik detayını sonradan koydum. Bir gece yazıyordum ve hamile olursa daha da güzel, daha da seyirciyi rahatsız edecek bir şey, daha da insanı üzecek bir şey olur diye düşündüm. Konuşmamızın başında senin bana dediğin gibi Freud, psikanaliz küçüklükten beri üzerinde belki kafa yorduğum şeyler… Ama herkesin sapkınlık ve dehşet anlayışı farklı. Orada çocuk çıktıktan sonra babasına tecavüz etse daha şok edici bir şey olurdu. Neden bunu değilde onu seçiyorum bilmiyorum. Bu benim sınırlarım içinde yapması daha keyifli olan bir şey. Mesala To My Mother and Father’ın nereden geldiğini söyleyeyim. The Pervert’s Guide to Cinema (2006) izliyordum Zizek’in, Türkçesi Bir Sapığın Rehberi olması lazım. Orada teker teker filmlerden çok klasiklerden ve genellikle fantastik içerikli filmlerden sahneler alıp onları psikanalitik şekilde inceliyor. Hafif prodüksiyon yapmışlar, film sahnesinin içine giriyor Zizek. Sonra Blue Velvet’taki (1986) Kyle MacLachlan dolabın içine giriyor, Denis Hopper da bir tane nefes alma makinesi var, orada kadına tecavüz ediyor. O tecavüz de değil daha doğrusu onlar hep öyle seks yapıyorlar kendi aralarında, etrafında adamları da var hatta galiba, ikisi yalnızlar mı emin değilim de… Üzerindeyken anne diyerek falan boşalıyor adam. Dolaptaki herif de orada izliyor bunları… Ben de direkt bu sahneye benzer bir şey yazayım gibi bir şey oldu. “Dur bakayım aklıma bir şey geldi” deyip unutmayayım diye hemen yazmaya başladım. Marvel’in eski bir çizgi romanı vardı Rom diye… Rom’da da uzaydan gelmiş bir ırk var insan içinde, insan suretinde yaşayan. Onlardan bir tanesi bir insanla ilişki yaşamaya başlamış, yasak bir ilişki… Çocukları olmuş. Çiftliklerine ara sıra çocuğun ırkından insanlar geliyor ama onları kovalıyor. Çocuk insanlarla yaşamak istiyor. Yavaş yavaş çocuk buluğ çağına gelmeye başlayınca bu çocuğun içinden bir şey çıkıyor. Melez olduğu için o uzaylı ırktan da güçlü korkunç bir şeye dönüşüyor ve babasını öldürüyor. Tırpanı telekinezi ile kaldırıp babasına saplıyor. Küçükken bunu okuduğumda inanılmaz etkilenmiştim. Hemen sonraki bölümlerde de X-Men falan gelir işin içine hatta. X-Men’le kapışırlar. Bence biraz da oradan geldi bu fikir. Çocuğun dolaptan dışarı çıkmasından sonra içinden yaratık çıkması; aslında onlar başka bir ırk, başka bir şey de insanın içinde yaşıyormuş gibi. Ama tamamen bambaşka şiirsel bir şekilde de alabilirsin filmi.
Tam da çocuğun içinden çıkan canavar sahnesiyle ilgili olarak filmlerinde oyuncuları, kostümleri ve mekânları nasıl seçiyorsun?
İyi bir yönetmen bazen bir sistem yöneticisi gibi oluyor aslında… Birçok konuyu senden daha çok bilen insanları alıp bir araya getiriyorsun. The Fly’da (1986) Geena Davis “sen ne yapıyorsun”diye sorduğunda Seth Brundle (Jeff Goldblum) şöyle anlatır; “ben aslında bir sistem yöneticisiyim, benden çok daha zeki insanların yaptığı aletleri alıyorum, birleştiriyorum. Benim ne yaptığımı bilmiyor onlar. Ben moleküler taşıma yapıyorum” diyor… Ben de öyleyim. İnsanların gustosunu bilip, onları yönlendirip, bazen aslında hiç dokunmadan yapılan bir şey… To My Motherand Father’da da Sara Şensoy diye süper bir sanat yönetmeniyle çalışmıştım mesela.
Bu filmdeki görüntüler çok farklı gerçekten atmosfer olarak. Son filmlerinden biri olduğu da çok belli; çok çalışılmış, çok yol kat edilmiş gerçekten de.
Harika, bunu duymak süper! Sara, kütüphanesinden Gregory Crewdson diye bir fotoğrafçının bir fotoğraf kitabını çıkardı. Baktık ki resim ve hissiyat tam To My Mother and Father’a uygun. Onu aldım ve görüntü yönetmenine götürdüm. Tam böyle bir şey istiyorum dedim.
Ulusal veya uluslararası festivalleri yakından takip ettiğini biliyoruz. Fantastic Fest, Boston Underground Film Festivali gibi oluşumlarda filmlerin Official Selection olarak gösterildi, Berlinale’de Türk sineması kataloğunda seçkide yer aldı filmin ve birçok festivalden de ödüllerle döndün. Kariyerin anlamında bunların sende etkisi ne şekilde oluyor? Özellikle korku dalında kısa film çeken bir Türk yönetmene yurt dışından bakış açıları ne yönde?
Süper! Türkiye gibi bir ülkeden daha önce hiç böyle bir şey çıkmamış bir şey görmek 3 kat fazla hoşlarına gidiyor. Çünkü onlar Turkish Star Wars dedikleri Dünyayı Kurtaran Adam’ı (1982) biliyorlar sadece Türkiye’den Fantastic Fest’te fantastik film diye. Bir de bazı çok dibini kazan insanlar, çok sinefil tipler Musallat (2007), Dabbe’yi (2006) falan biliyor. Benim filmlerimi görünce ekstra hoşlarına gidiyor herhalde. İngiltere’den çıkacağına, buradan çıkması kesinlikle bir artı…
Festivaller bana ortak düşündüğüm insanlarla tanışma fırsatı da veriyor. Sonradan internetten görüşmeyi devam ettirdiğimiz bir grup çok sevdiğim arkadaşım oluyor. Hem de bunlar üzerinden bir kariyer yaptım gibi de oldu. Bu kısa korku filmler üzerinden önce Fright Fest, Fantastic Fest, SITGES; orada tanıştığım insanlarla To My Mother and Father’ı yaptım Sandık’tan sonra. Bu film sayesinde Reha Erdem’le tanıştık. Buraya gelip Baskın’ı yaptım. Sonra tekrar gittim ve Baskın’ın yapımcısı beni Cannes’da birileriyle tanıştırdı. O festivallerdeki insanların benim filmleri sevmesi ve desteklemesi minimal bir destek olsa da, bu aslında manevi olarak büyük bir destek. SITGES’deki gece yarısı Baskın gösterimini görsen inanılmazdı: Dev bir sahne var, bütün Akdeniz’in en büyük sineması, yanında daha ufak, şehrin içinde bir sinema var. Bazı filmler de orada oynuyor. Mesela Eli Roth’un Cabin Fever (2002) ilk o küçük sinemada oynamış. Neyse To My Mother and My Father büyük sinemada oynamıştı. Baskın’la gittiğimizde küçük sinemada oynayacak diye ben biraz üzülmüştüm hatta. Ama gece yarısı matinesine Eli Roth’un Green Inferno’sunun (2013) önüne koymuşlar. Eli Roth’la sahnedeyiz. Dev gibi bir sıra var…
Türkiye’de korku sinemasını ele aldığımızda diğer türlere göre daha az üretim görüyoruz. Bu talihin değişeceğini düşünüyor musun? Türkiye’de sence korku sinemasının geleceği ne yönde ilerliyor?
Türkiye’de korku kültürü diğer ülkelere göre bence bu ülkenin kendi sosyal dinamiklerinde daha da baskın. Onun için özellikle 80’lerde VHS’de yabancı korku sinemasına büyük bir ilgi olmasına rağmen, kendi kültürümüzde korkuyu bir türlü işlemememizin sebebi burada yatıyor olabilir.
Korku günlük hayatımızda zaten var mı diyorsun?
Hem var, hem insanlar sanki buna tok gibi geliyor bana. Bu sadece bir tez. Çünkü o kadar çok karşıma çıktı ki bu soru. Ben de bilmiyorum açıkçası; burada gustolu, sanatkâr bir insan Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan veya mesela Erdem Tepegöz neden genre sineması, korku sineması çekmiyor.
Baskın filmi diğer kısa filmlerine göre daha karmaşık ve akıl yürütmemiz gereken bir film olmuş. Kısa filmini görsek de, uzun metraj halini merak etmeden, hikâyenin diğer kısımlarını ve bağlantıları düşünmeden edemiyoruz. Yeni projen nasıl karşımıza çıkacak, bize biraz anlatır mısın?
Kasım’da ön hazırlık, Aralık’ta çekim ve yaz sezonunda uluslararası festivallere yetiştirmek üzere girişeceğimiz Baskın’ın uzun metrajı çekilecek. Zaten Baskın, ben uzununu çekeyim diye yaptığım bir film. Yani uzun metraj senaryomun içinden bir 10 sayfaydı o. Sonrasını somutlaştırmamıştım ama kafamda vardı hep sonrası. Festivallerde Eli Roth’la tanışınca, bana senaryonu yolla deyince, buraya dönüp birkaç arkadaş haldır haldır yazdığımız bir senaryo. Geçtiğimiz 7 ay içinde 5 defa baştan sona ele alındı. Şimdi 5. taslağımız bu. Artık tamamen dalından düşmeye hazır. Görsel senaryo taslağını çizdiriyoruz şu an. Finansmanımızı bulduk. 2 defa önce Eli Roth’la, sonra Variety Dergisi’ne çıkan haberlerle “acaba oluyor mu, olmadı” dediğimiz film şimdi oluyor. Enteresan bir şey var çünkü. Bu filmi esasen ihraç edilecek bir ürün olarak yapıyoruz biz. Yurt dışında alt yazılı korku filmi diye bir pazar var. Bu Şili’den de, İsveç’ten de gelse değişmiyor. Bu filmin Türkçe olmasının bir dezavantajı var ama alt yazılı korku filmi şeklinde baktığımızda bir yeri de var. Ve işte bu festivallerde tanıştığım bazı dağıtımcı şirketler ilgi gösterdiklerini defalarca söylediler. Onlarla niyet belirten yazılı anlaşmalarımız var. Bu filmi çekip, bir kaç tane büyük festival hedefleyip, ondan sonra da fantastik film festivallerini hedefleyeceğiz. Sonrasında yurt dışında VOD (Video on Demand) denilen yerde, bizdeki Satın Al, Digitürk gibi, ondan sonra DVD pazarında, bazı sinemalarda da yayınlanacaktır diye tahmin ediyorum. Orada yaratacağı word of mouth’la (kulaktan kulağa yayılıp yarattığı etki) Türkiye’ye geri dönüş yapıp, burada da en azından sansürlü versiyonunun sinemaya gireceğini zannediyorum. Bazı diyaloglar, sahneleri kırparak belki +15 yaş için süreriz. Artık ona oraya gelindiğinde bakacağız. Çünkü DVD’de nasıl olsa insanlara sansürsüz versiyonunu ulaştıracağımızı bildiğimizden sinemada +15’e yayınlamaya da hazırım. Bir yandan da +18 yayınlayıp sinemada daha çok istediğim bir versiyonu insanlar görsün isterim. Onun dışında Baskın’ın kısa filminde çalıştığım sanat yönetmeni ve oyuncular aşağı yukarı aynı ekip olacak ama bazı değişiklikler de yapacağız.
Hikâye daha mı kapsamlı, ne gibi değişiklikler olacak?
Yine tek bir gecede geçiyor. Kısa filmin bir remake’i (yeniden yapılmış hali) gibi olacak aslında. Kısa filmin biraz öncesi, biraz sonrası… Kısa filmde izlenilen bölüm filmin ortasında duruyor gibi bir çatı yaptık. Etkilendiğim, özellikle feyz aldığım filmler arasında Event Horizon (1997), Sphere (1998), Black Death (2010) gibi filmler var. Bu filmlere atmosfer olarak bir nebze yaklaşabilirsek ne mutlu bize…
Diğer kısa filmlerine baktığımızda son filmin Baskın’da daha farklı bir anlatım ve farklı bir tema görüyoruz? Sence biraz daha değiştiğini söyleyebilir miyiz? Bu değişimin sebepleri neler olabilir sence?
Evet, farklı bir tema var burada ama anlatım olarak aslında değişen bir şey yok gibi geliyor bana. Kendime çok daha güvendiğim ve tecrübem arttığı için daha aksiyonlu bir yapısı var ama anlatım tarzı olarak hissiyatım yine daha önceki kısa filmlerle benzerdi.
Tema farklı ama aslında uzun metrajın tamamına baktığında yine temanın benzer olduğunu göreceksin. Yine bir küçük aile alegorisi üzerine kurulu pamuk ipliğine bağlı bir yapısı olacak uzun Baskın’ın…
Fragman:
heycanla bekliyorum çok saglam ya
Elif Bulut’a roportajı için teşekkür ediyorum öncelikle, Can evrenol hakkındaki turkce sayfalarda bulunabilecek en kapsamlı icerik olmuş doğrusu. Can Evrenol’u ise ayakta alkısliyorum, sosyal medyada gezinirken bi an karşıma çıkan bi linke tıkladım ve gerisini hatırlamıyorum, etkileyici bi şekilde tüm kısa filmlerini izledim, hakkında pek çok şey okudum .. Baskın filminin türk sinemasına olan bakış açımızı degistirecegine inaniyor ve sabırsızlıkla bekliyor, ve kariyerinde daha birçok başarıyı ardından getirmesini diliyorum .