Bekir Bülbül’ün Tokyo Film Festivali ilk gösterimini yapan filmi Bir Tutam Karanfil’i Tokyo’daki gösteriminde izleme şansını elde ettik. Seyirciden ve uluslararası basından bolca ilgi gören filmin konusu ise göç. Ancak politik ve sosyal bir arka plandan beslense de film içsel bir yolculuğa, kendinden göç etmiş ruhların ana yurda dönüşü metaforuna dayanıyor. Tokyo’da tatlı bir kafede Bekir Bülbül’le sohbet havasında bir röportaj gerçekleştirdik. Dilerseniz filmle ilgili sorularımızın cevabını yönetmenin kendisinden alalım.
Düğün sekansını çok beğendim. Birkaç dakika süren, ne olup bittiğini başta anlamadığımız ve bize hissettirmediğiniz bir açılış sekansıydı. Sanırım filmin sonuyla da oldukça bağlantılı. Ne söylemek istersiniz?
Bu sekans ile sufilik doğrudan bağlantılı. Yani Mevlana’nın dediği gibi: Ölüm bir düğündür. Ölüm bir düğünse doğum da bir düğündür. O kalabalığın arasından geçip de yola çıkmak bende ana rahminden çıkış hissi uyandırdı. O yüzden çok sevdim bu fikri. Senaryoyu eşimle birlikte yazdım. Ondan da benden de gelen birçok fikir var ve artık hangi fikir nereden geldi karıştırıyoruz açıkçası. Fakat bu fikri çok sevdik ve kullanmaya karar verdik.
Cenaze taşıyan bir araba düğün alayının ortasından geçince tabii çok vurucu bir sahne oluyor. Tezatlığın gücü diyebiliriz belki?
Birçok cenaze evinde bulundum. Yakın zamanda da bir yakınımı kaybettiğimde cenaze evinde insanların birbirlerine balıkçı anılarını anlattığını gördüm. Cenaze evinin önündeyiz, insanlar birbirlerine bunun gibi anılar anlatıyorlar. Aslında ironik bir durum. Ama hayat da öyle bir şey. Bir an ölüm sessizliği gelir çöker ve sonra devam ederiz yaşamaya. Filmdeki mantar diyaloğu da bu düşünceden yola çıktı. Arabanın tepesinde bir tabut var ama içeride mantar muhabbeti yapılıyor.
Kesinlikle. İlk sekansta arabadaki adamlar düğün yapan insanlara müziği kesmiyorlar diye kızıp arabanın içinde mantar hakkında konuşmaya devam ediyorlar. Bir yandan da arabanın üstünde tabut var. Bize filmde çelişkili gelen, analizini bir izleyici olarak yapıp yadırgayabildiğimiz böyle bir durumda hayatın içerisinde oyuncuyken hiç de garip gelmeyebiliyor, değil mi?
Kesinlikle. Hayat zengin ve insan her zaman rasyonel olmayabiliyor. Dışarıdan baktığı birinde eleştirdiği, yargıladığı bir şeyi o sırada kendisi de yapıyor olabilir.
Sinematografi ve diyaloglar hakkında dikkatimi çeken bir iki detayı sormak istiyorum. Bazı uzak çekimler Kiyarüstemi’nin Kirazın Tadı filmini anımsattı. Bir de mantar muhabbeti Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki manda yoğurdu sahnesini çağrıştırdı. Var mıdır bir etkilenme, esinlenme yoksa tamamen tesadüf mü? Ben mi uyduruyorum?
Hepsini ayrı ayrı çok severim. Özellikle Kiyarüstemi ve Ozu hayranıyım. Keza Nuri Bilge Ceylan da öyle. Manda yoğurdu muhabbetine gerçekten benziyor mantar muhabbeti aslında. Fakat bu fikir daha önce bahsettiğim gibi bir akraba cenazesinde ortaya çıktı. Ama belki farkında olmadan bile etkilenmiş olabilirim. Çünkü bu tip etkilenmeler oluyor mutlaka. Yani biliyorsunuz Kiyarüstemi’den etkilenmiştir Nuri Bilge Ceylan da… Açılarından atmosferine bir etkilenmeden söz edebiliyoruz ki bu insanların filmlerini bayıla bayıla defalarca izlemiş birisi olarak yansımaması mümkün değil diye düşünüyorum.
Bazı yönetmenler bu gibi sorulardan rahatsız olabiliyor. Ben de açıkçası biraz çekinerek sordum. Okulda senaryo dersi alırken Mehmet İnan derste hep “Sinemada arak yoktur, o yüzden yazarken rahat olun.” derdi. Bu fikir bende çok oturmuş. Bu yaklaşımınıza çok sevindim gerçekten.
Tabii ki. Hatta “Sinemada selamlama vardır.” derler.
Kesinlikle. Aksi takdirde Tarantino’ya ne demeli… Bazısı bu tarz sorulara çok alınıyor ama ben çok keyifle izliyorum çünkü bizde de bir geleneğin oluştuğunu, oturduğunu gösteriyor bence. Siz ne dersiniz?
Kesinlikle bir dil oluşuyor. Bir dünya var ve etkilenmemek mümkün değil. O dil aktarılıyor. Yani Türkiye’de şehirde olmayan her film için taşra sineması deniyor ama hadi biz buna Anadolu sineması diyelim. Yani özellikle taşra filmi çekeyim gibi bir niyetim yok ama yol filmleri hep ilgimi çekmiştir. İster istemez taşra filmine, kırsala kayıyorum bu durumda. Hatta sırf bu yüzden yeni projemde bir şehir hikayesi anlatma niyetindeyim.
Başka bir soruyla devam edeyim tekrar ilk sekansa dönerek. Uzun bir sekanstı. Tabutu görene kadar uzun bir süre geçti. Muhakkak bu bir tercih ki ben çok sevdim. Sizin amacınız neydi?
Şöyle bir düşüncemden bahsedebilirim, Antik Yunan’dan sonra Roma ile oluşmuş bir şehirleşme kavramı var. Haliç Üniversitesi’nde tiyatro alanında yüksek lisans yaparken yaratıcı yazarlık dersi aldığım bir Oğuz Hoca vardı. Çok severim kendisini. Derste şöyle bir şey anlatmıştı: “Antik Yunan’da ölümü çok sorguladılar ve bunun içinden çıkamadılar. Ve hatta dediler ki, ‘En iyisi bu dünyaya hiç gelmemek, geldiysen de hemen gitmek.’. Roma kültürü bu düşünceyle savaşırken kuruldu. Aksi takdirde medeniyet yaşayamayacaktı. Roma kültürünün doğuşu ve buna bağlı olarak şehirleşmenin başlamasıyla bir medeniyet inşa edildi. Tamamen ölümü unutmak adına.” demişti. Bu tabii şehirleşmeye bir bakış açısı ama benim çok hoşuma giden bir bakış açısı…
Dedemlerin köyüne ne zaman gitsem ölümü daha yoğun hissederim. Köyde biri öldüğü zaman aylarca o konuşulur. Fakat şehirde öyle değil. Kendi mahallemizde biri ölüyor, salası okunuyor. Anında unutuluyor. Köyde yaşam çok durağan. Zamana dair bir algı değişikliği var. Dolayısıyla ilk sekansı uzun tutarken ölümü hayatın içerisinde uzun tutup hayatın içinde var etme düşüncesi etkili olmuş olabilir. Ben filmlerimde daha çok hissi giderim. Bilinçli yapmadım açıkçası ama hissim bu yöndeydi. Senaryoda tabut başta görünüyordu bu arada. Kurguda değiştirdik. Kurguda geçen bir yıl boyunca ölümün mantar muhabbetiyle beraber var olması ve ölümü aniden mantar muhabbetiyle hayat normal akışındayken karşılamak bana daha çarpıcı geldi. Az önce bahsettiğimiz şehirleşmenin, ölümün zaman algımıza kurduğu baskıya karşılık güçlü bir his verdi doğrusu.
Muhtar tartışmasına gelmek istiyorum. Çok kısır bir tartışma. Bana içinde bulunduğumuz iklimi, liderler üzerinden yapılan kısır tartışmaları hatırlattı. Ve ana karakterlerimizin dertlerinin yanında o adamların tartışmaları anlamsız kaldı. Politik, sosyal bir gönderme mi yapmak istediniz?
O tip bir göndermeden öte, ölümden ötesinin olmadığını vurgulayan bir sahne diyebiliriz. Yani en yakınımızı kaybettiğimizde o siyasi tartışmalar o kadar boş geliyor ki hiçbir anlamı yok. Birileri bu işten nemalanıyor, günlük çıkar ilişkileri kuruyorlar ve aşağıdakiler bunları tartışarak ömürlerini heba ediyorlar anlamsız bir şekilde. Bu çok acımasız geliyor bana. Dedemin köyünde bir sene kadar kalmıştım yıllar önce. İki adaylı bir muhtar seçimi olacaktı. Köy ikiye bölündü ve seçim günü büyük kavgalar oldu. Anladım ki o köy Türkiye’nin bir mikro ölçeği gibi.
Ben filmlerin ülkelerin düşünce dünyasını, algı dünyasını birer sanat eseri olarak yansıttığını düşünüyorum. Hemen filmin ardından sizinle ayak üstü röportaj yapmak isteyen Japon gazetecinin filmin konseptini, arka planını öğrenmek istemesi, sufiliği anlamak istemesi gibi. Siz ne dersiniz?
Elbette. Türkiye’deki bir şeyi gelip Japonya’da anlatmak zor olabiliyor bu anlamda. Yani bizim ana gündemimiz sığınmacı sorunuyken Japon birine sığınmacı kavramını anlatmak zor olabiliyor. Aynı şekilde, onların konseptini anlamak da zor olabiliyor. Sanat bu anlamda da işlevsel. Anlamasak bile hissetmemizi sağlıyor.
Çok kısa gördüğümüz bir böcek çekimi vardı. Aklıma birçok soru geliyor ama sizin yüklediğiniz anlamı direkt sorayım.
Halime karakterini eşim Büşra ile oluştururken savaşlar, vahşetler görmüş küçük bir kız düşündük. Ama aynı Halime böcekten, örümcekten de çok korkuyor. Bu zaten kendi başına bir his veriyor bana kalırsa ama Kafkaesk tarafının da olması fikrini çok sevdim.
Halime’nin yanık elleriyle kendi yaptığı resimlere baktığı sahne gerçekten filmin süresini belki yirmi dakika daha uzatacakken kaynakları ve zamanı da çok ekonomik kullanarak, hissi de belki daha fazla verip vurucu hale getirerek kurulmuş diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?
Bir çocuğun sadece duygusal dünyasının değil fiziksel olarak da savaştan zarar gördüğünü göstermesi açısından yanık ellerini göstermek önemliydi kanaatimce. Biliyorsunuz utanıyor da bu durumdan. Eldivenle saklıyor. O resimleri o eliyle çiziyor. Bu fikir hoşumuza gitti açıkçası. Sanatı buna benzetiyorum. Hep o yanık tarafımızla yaparız ya…
Çizim fikirleri eşime ait bu arada. Çizimleri bir çizere yaptırdık, Halime’ye de çizim dersi aldırdık bir ay kadar. Onlar da çok iyi iş çıkardılar.
Renk kullanımı, diyaloğun azlığı herhalde atmosferi veren, izleyiciye hissi geçiren en önemli ögeler. Yine hissi bir tercih miydi yoksa üstüne her noktasını özellikle düşünüp mü kurdunuz bu atmosferi?
Her ikisi de diyebilirim. Renklerin biraz parlak olması, diyalogların biraz fazla olması bu dramı komediye çevirebilirdi. Kara mizaha kayabilirdi. Hassas bir denge olduğunun farkında olarak ama hislerime güvenerek yol aldım aslında. Herkes savaştan kaçarken Halime ve dedesi ölüyü de alıp öbür tarafa gitmeye çalışıyorlar. Bir tane yanlış kelime, gereksiz söz tüm dengeyi bozabilirdi aslında.
Filmi Japonya’da izleyince Musa Dede’nin teyemmüm abdesti almasını nasıl karşıladıklarını merak ettim. Hiç geri dönüş oldu mu bununla ilgili?
Olmadı. Muhtemelen kendi başına bir ritüel olarak değerlendirdiler. Bizim kültürümüze dair detay bir bilgi olduğu için anlamalarını beklemek biraz haksızlık olabilir ama zaten bu sahneyi topraktan gelen, toprağa giden, cenazesini de kendi toprağına ulaştırmaya çalışan bir adamın toprakla birleşmesi şeklinde kurgulamıştık. Japonlar nasıl algıladı bilemiyorum ama umarım bu his geçmiştir. Senaryo aşamasında danıştığımız yabancı bir arkadaşımız karakterin elini yüzünü toprağa sürmesinin çok hoşuna gittiğini söylemişti. Onu da ekleyeyim.
Sondaki düğün sekansı da çok ilginçti. Hayali bir sahne olduğu açıktı ama kimin zihnindeydik o sırada? Buna dair bir şey söyleyebilir misiniz?
Musa Dede yaşlı ve hasta bir karakter. Gelgitleri olan bir karakter. O da olabilir. Havva Ana ölümden sonrasıyla ilgili konuşmuştu Halime’ye. Onun Halime’nin zihninde yarattığı bir etki olabilir ya da tamamen bizim izleyici olarak sufilikle bağdaştırarak okuyacağımız bağımsız bir imaj olabilir. Tek bir çıkış noktası ve sonucu benim için de yok açıkçası. Farklı anlaşıldıkça benim de hoşuma gidiyor.
Rüya sahnesini sormak istiyorum. Etkileyiciydi. Filmin sonundaki soru cevap kısmında da rüya sahnesine dair sorular soruldu. O sahnenin gelişimi nasıl oldu?
Mesnevi’den etkilendik eşimle yazarken. Rüya sahnesinde rüya içinde rüyalar var. Mesnevi’de de bir hikâye anlatılırken birçok katman oluşur başka başka hikayelerle. Ondan esinlendik. Aynı zamanda tabii İslam’da da hayatın bir rüya olduğu ve hepimizin ondan uyanacağımız öğretisi vardır. Hayatın tüm karmaşıklığı rüyadan uyanınca çözülecektir düşüncesi burada Musa Dede’nin zihninde ölünce gerçek hayata ulaşacağı düşüncesi olarak ortaya çıkıyor. Yine konu Mevlana’ya geliyor. Ölüm bir düğündür. Musa Dede için hem sorunlardan kurtuluş hem toprağa belki de toprağına dönüş hem de Allah’a ve sevdiklerine, en çok da merhum karısına ulaşmanın yolu diyebiliriz.
Teşekkür ederim. Çok keyifli bir sohbetti.
Ben de çok teşekkür ederim.