Kadın olmanın kuralları var mıdır? Bir kadının düşünebileceği ya da isteyebileceği her şey bir yerlerde yazılı mıdır? Masumiyeti, hiçbir zaman kontrol edemeyeceği, yalnızca bastırabileceği bilinçaltıyla mı ölçülmelidir? Bilinçaltındakiler harekete dökülmezse mi masumdur; yoksa daha fazla yalan söyleyemeyeceği için bunları bastırmaktan vazgeçtiği zaman mı? Bunuel, Belle De Jour‘da (1967) çocukluğunda yaşadıklarının da etkisiyle kendinden kaçma yolunu değil, kendini kabul etme yolunu seçen Séverine’in yaşadıklarını beyaz perdeye aktarıyor.
Séverine (Catherine Deneuve) ve Pierre (Jean Sorrel), yeni evli bir çift olarak karşımıza çıkar. Dışarıdan gayet normal bir çift olarak görünseler de Séverine’in farklı istekleri nedeniyle, Pierre farketmese de ilişkileri bambaşka bir seviyeye gelecektir. Severine, kendini sık sık gündüz düşlerinde kaybeden bir genç kadındır. Bu hayaller bir süre sonra onu, düşlerini gerçeğe dönüştürmeye zorlayacaktır. Gerçeğe dönüşmenin ilk aşaması, yakın arkadaşı Renée (Macha Méril) ile yaptığı bir konuşmanın sonrasında olacaktır. Eski bir arkadaşlarının hayat kadını olmayı seçmesi üzerine yaptıkları konuşmanın ardından Severine’in ilgisi, içini kemiren ama bir yandan da korkutan bir merakla o yöne doğru kayacaktır. En sonunda da kendisini, merakını gidermek üzere bir genelevde bulacaktır. Akıllarda malum soru: “Bu kadar rahatlığın ve zenginliğin içerisindeyken neden hayat kadını olmayı seçer bir insan?” Genç, yakışıklı, başarılı ama son derece sıradan bir doktor eş, elinin sıcak sudan soğuk suya girmediği bir yaşam, evinde hizmetçi… Ama insan zihni kolayca çözülebilen bir şey olsaydı, bu sorular hiç varolmazdı.
Séverine’in bu yolda dosdoğru adımlar atmasında bir diğer etken, Henri Husson (Michel Piccoli) isimli aile dostları olur. Husson, düşüncelerinin sığ olduğunun farkında olan, buna rağmen kendinden son derece emin, “Ben hayatı da kadınları da çözdüm.” tavırlarıyla kimseyi umursamadan Séverine ile her karşılaştıklarında taciz etmekte hiçbir sakınca görmeyip bir de üstüne Pierre’in yüzüne rahatlıkla bakabilecek kadar yavan biridir. Ama tabii ki, Séverine’in hayat kadını olmanın nasıl bir şey olduğunu merak etmesinden, Husson’un tacizlerinden hoşlandığı anlamı kesinlikle çıkarılamaz. Tüm bu özellikleriyle, bir Yeşilçam karakterinin ele alınıp biraz derinlik katılmış hali gibi görünen Husson’un Séverine’e bir genelev adresi vermesiyle olaylar patlak verir.
“Séverine, ne oluyor sana?”
Film boyunca Severine’in çocukluğuna dair kısa kesitler görürüz: Çocuk yaşta yaşamak zorunda kaldığı tacizler, kiliseye olan mesafesi… Böylece Belle De Jour‘da Bunuel’in kilise ile olan çatışmasından ufak da olsa izler görürüz. Un Chien Andalou‘da (1929) Dali ile yaratmak istedikleri anlamsızlığın arasına sıkıştırdıkları din meselesi, Viridiana‘da (1961) ve Simon Del Desierto‘da (1965) doruklara ulaşmıştır Bunuel kilise eleştirilerinde. Dolayısıyla hemen her filminde yer alan bu eleştirilerden Belle De Jour da nasibini alır.
Ahlâkın ya da ahlâksızlığın olmadığı yer: Madam Anais’nin evi. Séverine, Husson’un verdiği adrese gidecektir. Çünkü onu durduran bir neden yoktur; çünkü orada çalışmaması için hiçbir sebebi yoktur. Ürkek ve çekingen kişiliğini bir kenara atmasına da, diğer vahşi isteklerini bastırmasına da gerek yoktur. Zaten Madam Anais’nin evinde aranan tüm özellikler bunlardan ibarettir. Filmin açılış sekansından da anlayabileceğimiz gibi Séverine, hem çaresiz olmayı hem de mazoşist isteklerini tatmin etmeyi amaçlayan bir kadındır. Artık kişiliğini saklamayacağı ve gerçek Séverine’i birkaç saatliğine de olsa ortaya çıkarabileceği bir evi de vardır. Madam Anais’nin evi, sanılanın aksine son derece normaldir ve Madam Anais de bir iş kadını edâsıyla ciddiyetini hiçbir şekilde bozmayan birisidir. Âdeta bir memur gibi, çalışma saatlerinde Séverine’in orada olması, müşterilerin memnuniyetini sağlaması, küfür etmemesi, bir de kendisi için güzel bir isim seçmesi onun için yeterlidir: Gündüz Güzeli. Ama buraya gelen insanlarda bir tuhaflık olduğunu fark eder Séverine. Gelen adamlar, garip ve gerçekleşmeyecek olan hayallerini hayat kadınlarıyla gerçekleştirmeye çalışıyorlardır. Kendi yaşamlarından kaçıp gelmiş ve burada egolarını tatmin ediyor gibilerdir.
Artık Séverine’in iki farklı hayatı, iki farklı kişiliği vardır. İkisinden de vazgeçemediği, ama hangisinin gerçek olduğunu bildiği kişilikler ve hayatlar. Madam Anais’nin evinde de vazgeçemediği bir adam olacaktır sonunda; Marcel (Pierre Clémenti). Hayallerinde canlandırdığı mafyavari mükemmel aşığı Marcel’in de ortaya çıkışıyla birlikte, bu iki hayatının arasındaki uçurum büyüdükçe büyür ve durdurulamaz bir hâl alır. Séverine’in gördüğü düşler de buna paralel olarak değişir. Önceleri sadece fanteziler düşlerken, artık bunların sonuçlarını da düşlemeye başlar. Hayalinde Pierre ve Husson, bembeyaz kıyafetleriyle Séverine’i bir yere bağlamış, üzerine dışkı fırlatıp onu aşağılıyorlardır. Yavaş yavaş hayatının kontrolünü kaybettiğine film boyunca tanık olduğumuz Séverine’in kaçınılmaz sona doğru yaklaştığını da fark ederiz tabii. Zaman zaman yaptığı şeyden iğrenen Séverine, Gündüz Güzeli olmayı kendisi seçtiği için sürekli olarak kişiliklerinden biri diğerini buna zorlamaya devam eder ve böylece Séverine’in kendisiyle yaşadığı çelişkilere ve iki hayatının birbirine açtığı savaşa tanıklık ederiz. Hangisi galip gelecektir? Daha da önemlisi biri galip gelebilecek mi, yoksa bu savaşta ikisi de yok mu olacaktır? Bunuel, ikinci seçeneği seçiyor. Madam Anais’nin evine gelen Husson ve Séverine’in iki hayatına da sahip olmak isteyen Marcel, Séverine’in yok oluşunun başlangıcı olacaktır.
Filmlerinde sıklıkla kamerası ayakkabılara ve onların hareketlerine odaklı olan Bunuel, Belle De Jour‘da da bunu birkaç kez kullansa da, bu kez odağa daha çok yüzleri alıyor. Tüm sıradanlığıyla yapılan işler ve o işleri yapan yüzleri bize gösteren Belle De Jour, sessiz arka planıyla izleyicisini yaşanan olaylara daha da fazla odaklamayı başarıyor. Erotik film kategorisinde ele alınsa da, bu kategoriye girmeyen birçok filmden daha muhafazakâr olduğu bile söylenebilir Belle De Jour‘un. Cinsellikle ilgili farklı seçimlerin en az rahatsız edici ama en çok vurucu şekilde nasıl ele alınabileceğini gösteriyor diğer bir deyişle Bunuel. Kostüm seçimlerinin de bir hayli ilginçlik kattığı filmde, ilk başlarda cenazeye gider gibi giyinip Madam Anais’nin evine giden Séverine’in gitgide kırmızılaştığını, yüzündeki o mutsuz ifadenin yok olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda 1928’de yayımlanan bir Joseph Kessel romanı olan Belle De Jour, filmde Catherine Deneuve’un yarı masum yarı femme fatale tavırlarıyla ikonik bir karaktere sahip olmuş oluyor.