Başlangıçta hiçlik ebediyken belirsiz bir nedenle patlar ve varlık oluşur. Günümüzde halen gizemini koruyan bu patlamadan milyarlarca yıl sonra Kubrick, henüz başlangıç jeneriği girmeden ani bir açılışla maddenin olmadığı, tahayyül bile edemeyeceğimiz o karanlığı görüntüler yerine György Ligeti’nin gizemli Atmospheres uvertürü ile tasvir eder. 2001: A Space Odyssey‘in hemen başında karşılaştığımız bu maddesiz, dolayısıyla görüntüsüz hiçliğin 300.000 yıllık patlamasını Kubrick, birçok seyirciye uzun gelen bir sürede, üç-beş dakikada anlatmayı dener. Bu eşsiz Bigbang tasavvurundan sonra film başladığında ilk tarihsel sıçrama gerçekleşir ve dünyanın soğumuş yalnız haliyle baş başa kalırız.
Kubrick’in seyirciyi dakikalarca yeryüzü şekillerine odaklaması, daha önce varlığından söz edemeyeceğimiz bu şekillere ilk defa görüyormuş gibi bakmamızı istemesinden kaynaklanır. Çünkü ancak o zaman hiç ile var‘ın farkı anlaşılabilecektir. İkinci sıçrama gerçekleştiğinde -ki bu uzun tarihsel sıçramalar sinema tarihinde bir ilktir- Kubrick bizleri günümüzden 4.000.000 yıl önceye götürür ve objektiflerini Australopithecus‘lara (iki ayaküstünde durabilen insansılar) çevirir. Evrim tarihine baktığımızda göreceğimiz üzere Australopithecus’ların daha sonra yolları ayrılacaktır ve ayrışma sonucunda modern insanın ilk uzak atası Homo habilis(yetenekli insan) ortaya çıkacaktır. Kubrick, Homo habilis’in ortaya çıkışını siyah yekpare dikilitaşa dokunan ve daha sonra Homo sapiens olarak evrim basamaklarını tırmanacak kabile ile anlatır.
1. İnsanlığın doğuşu
4.000.000 yıl önce bir gece kabilenin yanı başına dünya dışından kusursuz geometride bir taş iner. Kubrick, bu yekpare dikilitaşı halen evrenin en büyük gizlerinden biri olan büyük sıçrama’yı yani beynin evrimi’ni, “bilinç”in kaynağını simgelemek için kullanır. Dünyanın rastlantısal üretimlerine benzemeyen, eşi benzeri görülmemiş bu nesne karşısında dehşete kapılan Australopithecuslar merakları sayesinde korkularını yenip taşa dokunurlar ve “yaratıcı sembolik düşünce” açığa çıkar.
Kubrick, açıkça siyah dikilitaş vasıtasıyla bilincin dünya dışından insansılara bahşedildiğini ima eder. Evrim tarihinde ilk defa bir canlı türü bulunduğu ortam koşullarına uygun bir organizmaya evrilmek yerine yaratıcı düşünceyi geliştirir ve “alet” yapmak suretiyle çevresini değiştirmeye başlar. Bunun sebebine, gelinen koşullarda yok olma tehlikesinde bulunan bir türün ölüme çare araması olarak da bakabiliriz. Kubrick bunu hayatta kalmaya çalışan iki maymun-insan kabilesinin savaşıyla anlatır. Kısıtlı su kaynakları yüzünden savaşan bu kabilelerden biri su kaynaklarını ele geçirerek diğer kabileyi ölüme terk eder. Bu durumun ertesinde dikilitaş’a dokunan kabile reisi ilk aleti keşfedecektir. Eline aldığı sert bir kemik parçasıyla yıkım gücünün farkına varan kabile reisi daha önce etraflarında olan fakat öldüremedikleri hayvanları bir bir öldürmeye başlar. Dolayısıyla yaratıcı sembolik düşüncenin gelişimi kıtlığa çare olur.
Bulundukları koşulda kendi bedenlerinde var olan hiçbir uzuvla yemek bulamayan bir canlı türü, kendine protez yapmak suretiyle eksikliğini giderip tekrar avcı konumuna gelir. Artık su kaynaklarını geri almanın zamanı gelmiştir. İki kabile karşı karşıya gelir ve alet yapmayı öğrenen kabile ilk cinayeti işleyip bölgesine tekrar hakim olur. Bu “bilinç”in hayvan üstündeki zaferidir, fakat hayvan dürtüsüyle. Kubrick bu zaferi sinema tarihinin en meşhur geçişiyle ilk alet olan kemiğin havaya atılmasıyla görselleştirir ve filmdeki son büyük tarihsel sıçrama gerçekleşir. Silah olarak kullanılan kemikten uzay gemisine aletlerin geçirdiği değişim böylelikle anlatılmış olur. Artık Kubrick’in elinde arkaplanı sağlam bir hikaye vardır, “alet”in nasıl hayvani tarafımızdan geldiğini ve neden kötü olduğunu anlatabilecektir. Çünkü bilinç, hayvan güdüsünün hizmetinde kullanılmıştır ve ilk atalarımızdan bize kalan, rekabet için alet üretme geleneği olmuştur.
2. TMA-1
Kubrick bu bölümde rekabet bilincinin ihtişamını ve -filmin çekildiği tarih de göz önüne alınırsa- kendi filminin ihtişamını gözler önüne serer. Sinema tarihinde o zamana dek görülmemiş uzay sahneleri ve görüntülü telefon gibi icatlara sebebiyet veren aletler mevcuttur. Henüz insanlık Ay’a ayak basmamışken dünyanın uzaydan nasıl göründüğünü hayal bile edemezken Kubrick seyircilere 2001 ile dünyayı göstermeye çalışır. Gerçekten de o dönemde Kubrick, Arthur C. Clarke gibi usta bir bilim kurgu yazarını da yanına alarak daha önce eşi benzeri olmayan bir bilim-kurgu filmi çekmiştir. Bundan sonra bilim-kurgu filmlerinde gözler görülür bir kalite artışı olur ve türün seyircileri için 2001: A Space Odyssey, bilim-kurgu türünde bir mihenk taşı olur.
Günümüz seyircilerinin 2001’den en çok şikayetçi olduğu “uzun plan uzay sahneleri”, aslında gerçekten filmin anlatımına çok da katkı sağlamazlar. Yine de Kubrick’in bu sahnelerde anlatmak istediği bazı düşünceler vardır. Bu sahnelerin uzun olmasında elbette teknik olarak çok emek verilmiş bir filmin ihtişamını gösterme isteği fazlasıyla kendini gösterir. Ancak filmin çekildiği “Soğuk Savaş” dönemi göz önüne alınırsa Kubrick’in dünya devletlerinin içinde bulunduğu rekabeti anlatmak için neden uzayı ve görkemli teknolojik aletleri seçtiği anlaşılabilir. İlk bölümde bahsettiğim üzere insanlık, “bilinç”i gösteriş ve iktidar ilişkileri için kullanmaya başlamıştı ve Kubrick’in filmi çektiği döneme baktığımızda artık “bilinç”in Uzay Yarışı‘nda kullanıldığını görürüz.
Kubrick, Soğuk Savaş döneminde SSCB ve ABD arasında baş gösteren uzay rekabetinin daha uzun süreceğini öngörmüş fakat yanılmıştır. Bu dönemde teknolojik olarak ABD’nin üstünlüğü dünya tarafından onaylanmışken SSCB’nin uzay teknolojilerinde ilklere imza atması ABD’yi yarışta geriye iter ve bu durum Amerikan halkını dehşete düşürür. Bu korku başkanlık seçimlerinde en büyük koz olarak kullanılır ve Kennedy, Ay’a ilk ayak basacak insanın bir Amerikalı olacağına dair verdiği söz üzerine başkan seçilir. Ay’a gitme projesi milli bir sorun haline gelir ve bütün halk ellerinde maket roketleriyle çocuklar dahi gelişmeleri yakından takip eder hale gelir. Apollo adı verilen proje bütün ülke ekonomisi hiçe sayılarak birçok başarısız denemeyle birlikte 6 yıl gibi kısa bir sürede, “acele” ile gerçekleştirilir ve Ay’a ilk ayak basan bir Amerikalı olur. Bütün dünyanın gözleri önünde ABD, Ay’ın yüzeyine diktiği bayrakla zaferini ilan etmiştir. Buna karşılık olarak SSCB’nin girişimleri olsa da ekonomik sebeplerden dolayı yarıştan çekilir ve Ay’a gitmenin gereksiz olduğunu vurgulayarak buraya ayrılacak bütçenin kendi halkının refahı için kullanılacağını duyurur. Daha sonra SSCB’nin dağılmasıyla uzay yarışı tamamen sona erer ve aslında bu yarışın gereksiz olduğu anlaşılır. Nitekim Kennedy, NASA müdürü Webb ile yaptığı bir sohbet sırasında bunu da şu sözlerle itiraf eder, “Yaptığımız her şey Ay yolunda Rusları geçmek için. Yoksa bu kadar parayı harcamamamız gerekir, çünkü ben uzayla ilgilenmiyorum. Bu bedeli karşılayacak tek şey Sovyetleri yenip, geride kaldığımız birkaç yılı sonlandırmak.”
Görüldüğü üzere, ortada insanlık adına yapılan bir girişimden ziyade dünya devletlerinin birbirlerine üstünlüklerini kabul ettirme çabası kendini gösterir. Dolayısıyla Kubrick, tüm bu aletlerin ihtişamını gösterirken aslında insan evladının en ilkel rekabet güdüsünün bunlara sebep olduğunu anlatmak ister. İlk alet kemik diğer kabileye üstünlük kurmak için kullanılmıştı, 2001’e geldiğimizde ise alet özünden hiçbir şey kaybetmemiş ve yine üstünlük kurmak için uzay yolunda kullanılmıştır. Kemiğin gökyüzünde süzülüşünden kalemin yerçekimsiz ortamda süzülüşüne geçtiğimizde yazının icadına dahi bir gönderme yakalayabiliriz. Bilindiği üzere yazının icadı iktidarın resmiyete dökülmesi amacıyla kullanılmış, çoğunlukla siyasal ve ekonomik ilişkileri, kölelik ve mülkiyet haklarını belirlemek ve düzenlemek için kullanılmıştır. Demem o ki, Kubrick bariz bir sistem eleştirisi yapmaktadır. Aksi halde o kaleminin uzun uzun yerçekimsiz ortamda süzülüşünü gösteren sahneyi gereksiz addetmemiz gerekecektir. Kubrick’in dehası ortadayken sanırım yaptığı bu sistem eleştirisini görmezden gelmek haksızlık olacaktır.
Tarihsel arka planı anlattıktan sonra filme dönersek, Ay’da 4.000.000 yıl önce gömüldüğü tespit edilen ikinci yekpare dikilitaş bulunur. ABD yetkilileri bunu tüm dünyadan özellikle de SSCB’den saklamaktadır. Çünkü bu taşın insanlığın en büyük buluşu olduğu düşünülmektedir. Ve her zaman olduğu gibi bu tarz buluşların öncelikle iktidar tarafından işlerine yarayıp yaramadığı test edilmelidir. Bunun üzerine taşı incelemek için bir ekip yola koyulur. İlk bölümde olduğu gibi taş bütün ihtişamıyla insanların karşısındadır. Bu sefer gördüğü karşısında dehşete kapılmış bir türden bahsetmek mümkün değildir. Artık taşın karşısında, önüne ne çıkarsa bunu iktidar ilişkilerine göre yontan bir tür vardır. Ve ekip bu eşi benzeri olmayan buluşun önünde video çektirmek için dizildiklerinde kulakları sağır eden bir sinyal yayılır. Tarih tekerrür eder ve insan evladı yine “bilinç”i kendi çıkarı için hayvani güdülerinin tatmini için kullanmaya yeltenir. Kubrick’in bu video çekme sahnesinde sinema dünyasına dahi güç-iktidar ilişkileri açısından bir eleştiri getirdiği söylenebilir.
3. Jüpiter Görevi
Ay’da tespit edilen ikinci dikilitaşın işaret ettiği yere, on sekiz ay sonra Jüpiter’e yolculuk başlar. Bu yolculuk sırasında aletlerin en kusursuzu HAL 9000 ile tanışırız. Kubrick HAL’in gözünden insanları değerlendirmeye başlar. Satranç sahnelerinde insanın kendi yarattığı alet karşısındaki acizliği vurgulanır. Fakat HAL resim çizebilen Dave’e karşı inceden bir kin beslemektedir. HAL’ın henüz olaylar cereyan etmeden önce Dave’e olan takıntısını, insandan zeka olarak her türlü daha üstün olduğunu bilen bir makinanın sanat karşısındaki çaresizliği ile açıklanabileceğini düşünüyorum. HAL her ne kadar insanlıktan üstün bir “alet”i temsil etse de duygudan yoksunluk ya da ruhu anlama yetisinin olmayışı “sanat” dediğimiz insana özgü bu yaratıcı davranışı taklit etmesini imkansız kılmaktadır. Kubrick burada Dave’in çizimlerini HAL’a gösterirken, insanın bütün zayıflıklarına rağmen sanat vasıtasıyla nasıl “alet”den farklı olduğunu vurgular.
Kusursuzluğu ile nam salmış HAL serisi bilgisayar görev sırasında bir hata yapar. Bu hata sonucunda güvenirliliği sorgulanmaya başlayan kusursuz alet HAL, iyiden iyiye insanlara/insanlığa cephe almaya başlamıştır. Mürettebat HAL’ı kapatmak için karar aldığında filmin gerilimi artar ve HAL kendi hatasını telafi etmek için geminin dışında bulunan görevliyi uzayın derinliklerinde ölüme terk eder. Bu kısımlarda artık diyebiliriz ki, “aletin, insana karşı savaşı” başlamıştır. Kubrick’in elbette işaret ettiği, özünde en ilkel rekabet güdüsünden kaynaklı alet üretiminin sonunda insanla rekabet eden bir alet’in üretilmesiyle sonuçlanabileceğidir.
Arkadaşını kurtarmak için uzaya açılan Dave artık HAL’ın tamamen güvenilmez olduğunu anlar. Uzayın boşluğunda salınan arkadaşını gemiye sokup, yine de sorunun neden kaynaklandığını anlamak isteyen Dave, onu gemiye almayı reddeden HAL ile karşı karşıya kalır. Bunun sonucunda HAL’ın tamamen gemiyi insanlardan arındırıp kendi başına Jüpiter’e gitmeyi planladığını anlarız. Jüpiter’e kim giderse artık zafer onun olacaktır. Her şey HAL’ın planladığı gibi gitmesine rağmen Kubrick bizlere filmin en başında olduğu gibi insanın tahmin edilemez inatçı yapısını gösterecektir. Nasıl ki atalarımız mevcut koşullar ile uyum içerisinde olmadığı halde tarih öncesinde ölüme direndiyse şimdi de Dave ölüme direnmektedir. İnsanın inatçılığını ve azmini hesaba katamayan HAL, Dave’in bütün ölümcül tehlikelere rağmen gemiye girmeyi başarmasıyla korkmaya başlar. Dave, HAL’ı kapatmak için geminin kontrol odasına giderken, HAL insanın en çok yaptığı şey olan “yalan”ı devreye sokar ve Dave’i ikna etmeye çalışır. Sonunda HAL’ın bütün yalvarmalarına karşın Dave insanlık tarihinin başına dönerek en ilkel silah olan kemiğin başkalaşım geçirmiş dengi, tornavida ile HAL’ın hayatına son verir. Böylelikle insan tekrar en ilkel haline dönüp aletlerin en basitiyle yarattığı en gelişmiş “alet”i yok ederek kendini özgürleştirir.
4. Jüpiter ve Sonsuzluğun Ötesi
Biraz da Kubrick’in “Jüpiter” seçiminin üzerinde durmak gerekirse, Jüpiter, Güneş sistemimizin en büyük gezegeni olmasının yanında bilindiği üzere tanrılar tanrısı Zeus’u simgelemektedir. Aynı zamanda astrolojide Jüpiter, değişim ve gücün kaynağı olarak görülür. Yani güneş sistemimizde bir mutlak güç simgelemek isteseydik bunu ancak Jüpiter ile yapabilirdik. Böylelikle insan sonsuzluğun ötesine, Jüpiter’in içinde bulduğu evrenin bilincini temsil eden yekpare taş ile geçebilecektir. Evrenin bilgisine vakıf olmaya, aydınlanmaya başlayan insanlığın bu geçişini bir renk cümbüşüyle tasvir eden Kubrick, geçiş tamamlandıktan sonra bütün fütürizmini bir kenara bırakıp sürrealist bir ressam gibi hazırladığı beyaz odasına bizleri davet eder.
İnsanlığı temsilen kendini sonsuzluğun ötesinde bulan Dave, karşısında kendi yaşlanmış halini bulur. Usta bir geçişle yaşlı Dave arkasını dönerken astronot Dave -yani insanlığın rekabet tarihi- kaybolur. Kubrick açıkça insanlığın son yemeğini tasvir ederken bizleri de sona hazırlar. Yaşlı insanlık, onun temel yaşam kaynağı olan, vücudunun üçte ikisini kaplayan suyu, tarih boyunca yemek masasından hiçbir zaman eksik etmemiştir. Bu insanın son yemeği için de geçerlidir ve Kubrick’in yemek masası tasvirinde kristal bir bardağın içinde su vardır. İnsan doğasının sonucunda bu kadeh kırılır ve su zemine dağılır. Bulunduğu kabın şeklini alan su, kabı kırılsa dahi varlığını sürdürecektir. Bu eşsiz bilinç ve beden tasvirinden sonra son yemeğini yiyen insanlık kendini ölüm döşeğinde bulur. Artık beden kırılmış, çürümüş ve bilinç kalmıştır. Hayvanı geride bırakması gerektiğini anlayan insan ellerini son kez, bu sefer anlamış olmanın verdiği o dayanılmaz istekle “dikilitaş”a, mutlak “bilinç”e uzatır. Buradan Michelangelo’nun Sistine Şapel’in tavanındaki ünlü “Âdem’in Yaratılışı” freskine de bir gönderme yakalayabiliriz. Bunu bir de Strauss’un Nietzsche’nin başyapıtı Böyle Buyurdu Zerdüşt’ten ilhamla yazdığı senfonik şiirle birleştiren Kubrick, karşımıza yıldız-çocuğu çıkarır. Artık bilinç özgürleşmiş, hayvan ölmüş ve üstinsan doğmuştur. Peki, neden yıldız-çocuk? Bunu da senaryonun yazım aşamasında Clarke ve Kubrick tarafından akşam yemeğine davet edilen Carl Sagan’dan bir alıntıyla cevaplayıp yazımı sonlandırmak isterim:
“Hayatlarımız, geçmişimiz ve geleceğimiz, Güneş’e, Ay’a ve yıldızlara bağlıdır. Biz insanlar, atomların var ettiği doğayı ve onun heykeltıraşlığını yapan güçleri gördük. Bizler, evrenin bu kısmının gözleri, kulakları, düşünceleri ve duygularıyız ve sonunda, aslımızın ne olduğunu, kökenimizi merak etmeye başladık. Bizler, yani yıldız tozları, 10 milyar-milyar-milyarlarca atomun organize birlikteliğinden oluşan yıldızların ve sonunda bilince varan maddenin evriminin uzun soluklu sürecinde anlam bulduk, belki sadece Yeryüzü’nde, belki de tüm evrende… Biz tek bir türüz, yıldız ışığını toplayan yıldız tozuyuz.”
Ohaaa hiç yorum yapılmamış mı? Filmi izleyen mi yok, izleyip mesajları anlamayan mı yok, yoksa ben gerizekalı mıyım?
Güzel yazı elinize sağlık.
Filmi izlerken bir şeyler yakaladığımı düşünüyordum. Yaziyi okuyunca şaşırıp kaldım. Biz nasıl böyle yorum yapacak kıvama gelicez. Kubrick her filmini izlediğim beni minicik hissettiriyor.
gerçekten benim kafamda da hep bu soru var ne zaman bu kıvama geleceğim. sanırım aklımı biraz yitirmeye başladığımda bu kıvama gelmiş olacağım.
Güzel olmuş.
Filmedeki mesajlar gerçekten o kadar zekice ki insanı büyülüyor.Yazı da gercekten cok başarılı olmuş.Zaten Arthur C. Clarke ,Stanley Kubrick,ve tabi Carl Sagan …bu film kesinlikle harika olmalıydı. Filmin senaryosunu yazarlarken çıkmaza girmişlerdir. Ve bir aksam yemeginde Sagan’ı konuk etmislerdir. Sagan, insan evriminin pek cok degiskenden etkilendigini,bu nedenlede evrenin hicbir yerinde bize benzer canlıların bulunamayacağını söylemis ve, dolayısıyla da dünya dışı varlıkları açıkça ekrana getirmek yerine sadece bulunduklarını belli etmeyi önermistir.
çok, çok üst düzey
Filmi izleyip bi çok yeri anlamayinca açiklayici bi yazi aramistim ki buldum. Güzel bi yazi olmuş her şeyi açiklamişsıniz. Özellikle maymunun kemigi havaya atmasi ve süzülen kalemin o kadar derin bi anlami olduğunu hiç düşünmemiştim. Bu filmle ilgili hiç yabanci kaynaklardan bi yazi okudunuz mu ? Yani acaba Kubrick gerçektende bu alt fikirleri baz alarak mi yapmis merak ettim.
Yabancı kaynaklarda aynı şekilde ifade ediliyor.Çok ince ayrıntılarda bir takım ihtilaflar olsa da ana hatları ve verdiği mesajlar bu şekilde.
Filmi izlədikdən sonra çox düşünürdüm film haqda, bu məqalə fikirlərimə yön verdi təşəkkürlər.
çok teşekkürler, güzel ve aydınlatıcı bir yazı
mükemmel bir analiz olmuş. aydınlatıcı ve temiz, teşekkürler.
Filmi izledikten sonra aklımda çokça soru kalmıştı ve sayenizde bunu giderdim. Mükemmel bir yazı olmuş, teşekkürler 🙂
Film bitince kafamda taşlar yerine oturmamıştı. Böyle kompleks ve derin anlamlar içeren bir film çekmek ne kadar zor ise bu anlamları çıkarmak, detayları yakalamak da o kadar zordur. Mükemmel bir yazı olmuş. Tebrik ederim.
Sinemanın gücü adına ne güzel açıklamışsın bravo
Cok guzel bir inceleme
Çok güzel, derinliği olan bir filmdi. Ama bu yazı filmin sandığımdan da derin manaları olduğunu anlamamı sağladı. Muhtesem bir yazı..
Çok başarılı bir analiz olmuş, emeğinize sağlık. Diğer yazılarınıza nasıl ulaşabilirim?
Harika bir yazı doğrusu. Film sonrası güzel ve doyurucu oldu. Teşekkürler ve tebrikler!
“Kusursuzluğu ile nam salmış HAL serisi bilgisayar görev sırasında bir hata yapar. Bu hata sonucunda güvenirliliği sorgulanmaya başlayan kusursuz alet HAL, iyiden iyiye insanlara/insanlığa cephe almaya başlamıştır.”
Filme dair yaptığınız bu okumayı hatalı ve sığ buluyorum. Bence HAL orada iletişim anteninde bir sorun olmadığı halde varmış gibi gösterdi ve bu şekilde geminin antendeki değişmesi gereken parçasını 72 saat sonra bozarak mürettebatın da dediği gibi dünya ile geminin iletişimini kesmeyi planlıyordu. Zaten mürettebatın arasında geçen diyaloglardan ve 2. bölümün başlarında HAL’in Dave’e yaptıkları görevde ve gemiye verilen görevde bir tuhaflık olduğunu fakat tanımlamasının zor olduğunu, onların yeterince verimli çalışmadıklarını söylemesinden de HAL’in gemideki mürettebatı sizin söylediğinizden çok daha önce gereksiz ve üstesinden gelinmesi gereken bir sorun olarak görmeye başladığı anlaşılıyor. Ayriyeten orada HAL’in verilen görevde bir tuhaflık olduğunu sözlere dökemediğini söylemesini de çok ilginç buldum, ‘asla hata yapmayan’ bilgisayarın yaptığı tek hata insan-benzeri bilişsel kabiliyetleri sayesinde düşüncelerini sözlerini dökememek oluyor, fakat yine de hiçbir zaman insanların, gemideki mürettebatın sahip olduğu kadar güçlü sezgilere sahip olamıyor.
veya HAL’in verilen göreve dair söylediği sözleri mürettebatın ve HAL’in iradeleri dışında çok tehlikeli ve gizemli bir göreve gönderiliyor olmasına da bağlayabiliriz.
Fİlmi henüz izlemedim başyapıt tarzı yorumlar okuyunca arama yaptığımda karşıma burası çıktı. Çok güzel bir anlatım kullanmışsınız aslında izlemek ve izlememek arasında kalsam da çok aşırı umut bağlamadan izleyeceğim. Yazınız için çok teşekkür ediyorum.
Film çok değişik duygular ve zihinsel elektrikleşmeler yarattı fakat bu yazıyı okuyunca herşey yerli yerine oturdu ve sıkıcı görünen ama aslında müstesna birşeyler anlatan filmin açıkça ne demek istediği anlaşıldı.muhtesem yazı tebrikler
teşekkürler
Filmi izleyince verilmek istenen mesajları o kadar iyi anlayamamıştım çok kapalı gelmişti ama bu yazıyı okuyunca her şey yerli yerine oturdu. Güzel bir yazı, teşekkür ederim:)
Tebrikler, guzel yazi olmus, Musade ederseniz filmin sonu hakkinda SK’nin kendi sesinden aciklamasinin linkini birakiyorum. Cok ufuk acici;
https://www.youtube.com/watch?v=q-pCW9ntGNY
Ne diyeyim arkadaş ben şimdi bu videoya?
Muazzam bir yazı.
Burayı okuyunca cuk oturdu herşey. Teşekkürler.
stanley kubrick kadar olmasa da muazzam bir analiz, enfes…
Sanırım 1973’ün baharında Fitaş sinemasında filmi izlediğimde koltuktan kalkamadım. Biliyordum: Sinema tarihinin gelmiş geçmiş bir şapıtıydı izlediğim. Her şeyiyle..
Aradan geçen yıllarda iki kez daha izledim ve şimdi şöyle düşünüyorum: Bu film aşılamaz.