İlk filmi Küf ile büyük beğeni toplayan genç yönetmen Ali Aydın’a son filmi Kronoloji, yönetmenliğe uzanan yolculuğu, umut vadeden sinema kariyeri ve sinemanın geleceği üzerine sorular sorduk. Keyifle gerçekleştirdiğimiz bu söyleşiyi, sizin de keyifle okumanız dileğiyle.
Ben sizi Küf (2012) filmiyle tanıdım. Bu röportajda daha çok son filminiz Kronoloji (2019) hakkında konuşacağız ama Ali Aydın kimdir, yolu sinemayla nasıl kesişmiştir?
2002 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat Yönetimi Bölümü’nü özel yetenek sınavıyla kazandım. Bu bölüm Sanat Yönetmenliğiyle karıştırılır her zaman. Aslında bir alakası yoktur. Küratör, galeri yöneticisi ya da video art alanında ilerlemek, işler üretmek isteyenlerin başvurduğu bir bölümdür. Ben de, bu bölümü video art işler üretmek adına seçmiştim zaten.
İkinci yılın sonunda bir filmde stajyer olarak çalışma imkanı doğdu. Sinema hep merak ettiğim bir şeydi fakat içimde ne film yazmaya ne de yönetmeye dair bir istek yoktu. Ta ki o filmde stajyer olarak çalışana kadar. Filmin set süreci üç ay sürmüştü. Arasanız böyle bir workshop bulamazsınız. Üstelik film de 35 mm çekiliyordu. O üç aylık süreç çok büyüleyiciydi benim için. Sinemanın olanakları, setteki üretim süreci, sonrasındaki post prodüksiyon evresi… Kısacası, her adım çok cezbediciydi. Bu filmdeki stajyerlik sürecinden sonra, bir tv dizisinden asistanlık teklifi gelince hiç tereddüt etmeden kabul ettim. Ve süreç böylece bugünlere kadar geldi. Fakat asistanlık sürecine bir yıllık ara verdiğim bir dönem var. Bu arayı vermemin nedeni senaryo yazmayı öğrenmek istememdi. Öğrenmekten kastım bir workshop’a katılmak değil, çalıştığım bütün işlerin senaryolarını toplamaktı. Başka filmlerin senaryolarını da çevremden edinmiştim. O bir yıllık süreç; senaryo matematiği, kurgusu, türleri vb. şeylere kafa yormakla, bir şeyler yazmayı denemekle geçti. Şimdi geriye dönüp bakınca iyi ki bu arayı kendime vermişim diyorum. Tabii ki bir yıl içinde senaryo yazımını öğrenmedim ama senaryo yazımına bir adım atmış oldum. Sonrasında da çekilmiş filmlerin senaryolarını okumaya, ardından bu senaryolardan çekilmiş filmleri izlemeye devam ettim. Sonrasında da asistanlığa geri döndüm.
Canım Ailem isimli bir televizyon dizisinde çalışırken de ilk filmim Küf’ün senaryosunu yazıp bakanlığa başvurdum; film destek alınca süreç benim için tam anlamıyla başlamış oldu.
Küf’le Kronoloji arasında sanırım 8 yıl var. Filmlerinizi heyecanla bekleyen biri olarak; bu aralıkta neler yaptınız?
Küf’ten hemen sonra Kronoloji’yi yazmaya başladım ve Eylül 2013’te ilk versiyonu yazmıştım. Sonrasında senaryoyu, bir senaryo doktoruna-uzmanına gönderdim. Ardından, Berlin’de senaryo üzerine kısa bir süre çalıştık ve ben de çıkan notlarla geri dönüp ikinci versiyonu yazdım. Bir taraftan da filmin bütçesini oluşturmaya başladık. Niyetim, bütçeyi oluşturmadan sete çıkmamaktı. Bu da uzun bir süreç oldu. Film yazıp yöneten tabiki sadece ben değilim. Binlerce insan her yıl film yapmak için bütçe oluşturmaya çalışıyor. Haliyle bu durum da ister istemez bir rekabet ortamı oluşturuyor. Filme ortak bulmak, fonlara başvurmak, bütçesini oluşturmak yaklaşık üç yıl sürdü. Tüm bu süreçte, filmin yapımcıları Sevil Demirci ve Barbaros Altuğ’un isimlerini anmam lazım. Onların çabalarıyla filmin bütçesi oluşturuldu ve sete çıktık.
Finans evresi sürerken ben de bir taraftan pek çok tv dizisinde yazarlık yaptım. Bu da benim senaristlik anlamında çok faydasını gördüğüm bir evre oldu.
Kronoloji’de bir kadının vazgeçişiyle çözülen bir evliliğe yoğunlaşıyoruz. Bu hikâyeyi anlatma fikri nasıl ortaya çıktı?
Küf’ün kurgusunu yaparken, o dönemde gerçekleşen bir kadın cinayeti çok ses getirmişti. Ses getiren şey, bu kadının öldürülme biçimi ve sonrasında yaşananlardı. Her aşaması ve her detayı korkunç olan bir olaydı; fakat, toplum kadının maruz kaldıklarından çok olayın ardındaki ailelerle ve onların anlattıklarıyla ilgileniyordu. Öldürülen kadını çoktan unutmuş gibiydiler. Hepimiz unutmuş gibiydik. Bu cinayet ve sonrasında olanlar uzun süre devam etti. Kronoloji’yi yapmaya da o zaman karar verdim fakat ben özellikle film yazarken bütün yapıyı bir kavram üzerine şekillendiriyorum. Bu bir alışkanlık ve açıkçası bu durumdan çok memnunum. Bir kavram etrafında senaryoyu örmek, görece işinizi daha çok kolaylaştırıyor. En azından ben, böyle olduğunu düşünüyorum. Bu film için bulduğum kavram da iki yüzlülüktü.
Hikâyenin merkezinde bulunan kavramın iki yüzlülük olduğunu siz de söylediniz. Bu kavramı kullanmanızdaki toplumsal olayların rolünden bahseder misiniz?
Eşitlikçi bir sistemde yaşamayı ben de arzu ederim; ama şu an içinde yaşadığımız gerçeklik erkek egemen bir dünyada yaşadığımızdır. İçinde bulunduğumuz toplumun erkekleri olarak pek çok mesele karşısında son derece iki yüzlü davrandığımızı düşünüyorum. Söz konusu iki yüzlülük, kendini en çok kadın cinayetleri konusunda ortaya koyuyor.
Hele ki sosyal medyada her cinayet sonrası esen fırtına mide bulandırıcı. Birkaç ağdalı cümle ve onun etrafında şekilllenen son derece samimiyetsiz bir atmosfer var. Sanki bir görevmiş gibi sağda solda öldürülen ya da kaybolan kadınların ardından bahsedilen bu cümleler bile ne kadar iki yüzlü bir yaklaşıma sahip olduğumuzu gösteriyor.
Samimi olsaydık çözüm üretir, cinayetleri durdurmak için çaba sarfederdik. Mesela 109 gündür kayıp olan Gülistan Doku’yu bulmak için ortalığı ayağa kaldırırdık. Peki, şimdi olan ne? Bir ailenin kızlarını bulma çabası ve sosyal medyadan yükselen cılız sesler. Allah korusun; ama şayet Gülüstan Doku hayatını kaybetmişse bu ortaya çıktığında ismi bir gün boyunca sosyal medyada kalacak, siyasiler ve sözüm ona pek çok ünlü isim dokunaklı mesajlar yağdıracak. Bu kadar! Sonra başka bir Gülistan Doku olayı olana kadar köşelerimize çekileceğiz. LGBTİ bireylerinin başlarına gelenler haber bile olmuyor maalesef.
Kadın cinayetleri olası bir durum haline geldi. Artık rakamların anlamsızlaştığı, kulaklarımızın sağırlaştığı bir evredeyiz. Altını kalın kalın cizerek söylemek isterim ki, bu cinayetlerin ardından erkeklerin aklındaki cümle şu oluyor genellikle: “Kadın bir şey yapmasa kocası onu niye öldürsün?” Yani bilerek ve isteyerek bu cinayetler meşrulaştırılıyor. Hele evlerimize kapandığımız şu günlerde pek çok ailenin evi cehenneme dönmüş durumdadır. Benimki bir tahmin elbette, umarım tam tersi olur; fakat istatistiklere baktığımızda rakamlar tam tersini söylüyor. Karantina günleri son bulduğunda ortaya çıkacak veriler eşliğinde değerlendirebileceğiz olanları. Bu toplumun iliğine işlemiş bir öfke var. Ve bu öfke, bu dönemde beni, daha çok korkutuyor açıkçası.
Nihal ve Hakan sizin için ne ifade ediyor, bu karakterleri nasıl yarattınız?
Kadın cinayetlerinde iki yüzlü davranılan bir mesele daha var. Bu da meselenin hep alt sınıfa atfedilmesi. Çünkü görünür olan cinayetler, genelde alt sınıf grubunda işlenenlerdir. Üçüncü sayfaları süsleyen hep onların hayatlarıdır. Böyle yaparak da başka bir gerçek gizleniyor sanırım. Üst sınıfa mensup kadınlar, yani eğitimli ve ekonomik özgürlüğü olan kadınlar da eşlerinden, sevgililerinden şiddet görüyorlar; fakat onlar bunu gizlemek zorunda kalıyorlar. Yaşadıklarını kabullenmekte güçlük çekiyorlar. Hal böyle olunca ben de meseleyi orta-üst bir sınıftan karakterler üzerinden anlatmayı tercih ettim.
Hakan karakteri, filmde büyük bir dönüşüm yaşıyor. Filmin en zor sahnelerinden birine, bu büyük dönüşüm esnasında tanık oluyoruz. Filmin adını seçerken bu hızlı dönüşüm etkili oldu, diyebilir miyiz?
Filmin isminin bir ön yargı oluşturmasını istediğim için bu adı, yani Kronoloji’yi tercih ettim. İzleyicilerin -filmin adından da anlaşılacağı üzere- kronolojik bir hikaye izleyeceklerini zannetmelerini istedim. Film sonrasında yapılan söyleşilerde de bu fikrin çalıştığını görmek beni ayrıca memnun etti. Bu durum ister istemez ikinci bölümün etkisini daha da güçlendiren bir şey oldu. Yani en başından beri izledikleri karakterin ikinci bölümde yaptıkları izleyicinin üzerinde daha fazla etki bıraktı. En azından izleyicilerin söyledikleri genelde bu oldu.
Filmi ikiye bölmemin amacı izleyiciyi şoke etmek ya da şaşırtmak değildi. Benim yaptığım şey, bulduğum kavramı çalıştırmak oldu. Kavram iki yüzlülük olunca iki bölümlük bir hikaye yazmak, tasarlamak icap etti. Benim için de güzel bir deneyim oldu açıkçası. Genelde gerçekten kronolojik hikayeler, senaryolar yazarım ama bu hikaye özelindeki yapıya çalıştıkça, bunun sevdiğim bir durum haline geldiğini söylemek isterim. Karakterlerin birinci ve ikinci bölümdeki dönüşümlerine, filmin iki bölümünde de farklılık gösteren oyuncu yönetimi, ses tasarımı, renk tasarımı ve diğer teknik detaylar da eklenince, benim için film daha da zengin bir hale geldi.
Antalya Film Festivali röportajlarından birinde Birkan Sokullu şöyle diyor: “Ali Aydın, bizlere ne istediğini ve beklentilerini doğru bir yöntemle anlattı.” Kendinizi bir yönetmen olarak nasıl değerlendiriyorsunuz, Ali Aydın sette nasıldır?
Oyuncularla ve teknik ekiple kurduğum dile dikkat ettiğimi söylemek isterim. Kimi yönetmenler setteki stresten, gerilimden beslenirler; fakat ben böyle biri değilim, olmaya da niyetim yok! Sakin biriyimdir. İki filmimde de can sıkıcı hiçbir şey yaşanmadı diyebilirim.
Bir oyuncudan almak istediğiniz oyunu ona anlatmakla mükellefsiniz. Aksi takdirde ondan nasıl performans bekleyebilirsiniz ki? Oyuncunun kafasında hiçbir soru işareti kalmazsa o da rahat eder siz de rahat edersiniz. Onlarla kurduğunuz dil de çok önemlidir. İnsanların üzerine stres yüklediğinizde, onları eleştirilerinizde ya da yerden yere vurduğunuzda onlardan performans alamazsınız. Böyle bir şeye de hakkınız yok! Aynı şey teknik ekip için de geçerli. Ön hazırlık evresinde herkese senaryodaki sahnelerde neler istediğinizi detaylı bir şekilde anlatır, onlardan gelecek soruları cevaplar ve hazırlık için gerekli zamanı verirseniz sette problem yaşamazsınız. Ekstrem durumlar olmuyor değil tabii ki. Sette çıkacak sorunlara da hazır olmanız gerekiyor. O anda çözüm üretmeniz gereken durumlar olduğunda, stresi bir kenara bırakıp çözüm odaklı ilerlemek durumundasınız. Aksi takdirde çok daha zor durumlar ortaya çıkar.
Sete çıkmadan önce birkaç istisna dışında, neredeyse bütün oyuncularla masa başı çalışması yaptık. Yani, herkes karakterleri ile alakalı bilgi sahibiydi. Bu da setteki işleyişe çok yarayan bir durum. Öyle günler oldu ki, aynı gün içinde üç mekan değiştirmek zorunda kaldık. Hazırlığımızı iyi yaptığımız için de programımızı sarkıtmadan filmi bitirdik.
Geçtiğimiz dönemlerde online platformların varlığı, sinema için bir tartışma konusu olmuştu. İçinde bulunduğumuz salgın nedeniyle hepimiz evdeyiz ve farklı dijital platformlardan filmler seyrediyoruz. Mesela ben, Kronoloji filminizi dijital bir platformdan seyrettim. Sizce, sinema endüstrisinin online platformlara bakışı olumlu yönde değişiyor mu ve Kronoloji filminin ulusal ve uluslararası festival yolculuğu nasıldı?
Ben filmlerimi sinemada gösterilmeleri için yapıyorum. Normal şartlarda Kronoloji 24 Nisan’da gösterime girecekti fakat durum ortada. Hal böyle olunca Başka Sinema bir teklifle geldi. Bu teklif de, gösterimi Covid-19 salgını nedeniyle yapılamayan filmleri BluTv ortaklığıyla göstermekti. Şu koşullar altında, ben de bu fikri, çözümü destekliyorum.
Filmleri sadece biz izleyelim diye yapmıyoruz. Ne kadar izleyiciye ulaşırsa senarist ve yönetmen olarak o kadar mutlu olurum. Filmlerin BluTv’de Başka Sinema ortaklığıyla gösterilmesi de bu döneme özgü bir şey. Hem zaten Netflix gibi bir platform bile kimi filmleri sinemalarda belirli salon sayılarıyla da olsa gösterime sokuyor. Pek çok film festivali de bu konuya dikkat ediyor. Yani bir film sadece dijital platformda gösterilecekse her film festivali bu filmleri yarışmalarına almıyor. Bu yöndeki tavrı, tutumu da desteklediğimi söylemek isterim.
Bir başka önemli nokta da şu: Bu salgın bittikten sonra insanlar hemen sinema salonlarına dönmeyecek, burası kesin. İnsanların salonlara geri dönmesi bir aşı bulunmasından sonra mümkün olacak diye düşünüyorum. Bu durumda da salon sahiplerinin desteklenmesi elzem. Milyonlarla ifade edilen miktarların altından salon sahiplerinin kalkması mümkün değil. Bu konuya çare olacak tek mercih Kültür Bakanlığı’dır. Umarım çok geç olmadan harekete geçerler.
Bir sonraki filminiz için hazırlıklarınız başladı. Ülkemizin en iyi yazarlarından biri olan Hasan Ali Toptaş’ın bir kitabını beyaz perdeye taşıyacaksınız. Hazırlık dönemi ve kitapla yolunuzun nasıl kesiştiğinden bahseder misiniz?
Geçtiğimiz yılın Eylül ayında Kronoloji’nin yapımcılarından Barbaros Altuğ’dan bir telefon aldım. Bana, Kuşlar Yasına Gider’i okuyup okumadığımı sordu. Kitabı okumuştum. Kitabı filme uyarlamak gibi bir niyetleri olduğunu söyledi ve bunu benim yapmamı teklif etti. Ben de kitabı tekrar okumak istediğimi söyledim. İkinci okumamdan sonra, bunu memnuniyetle kabul ettim; çünkü, kitap çok güçlü. Hasan Ali Toptaş da çok sevdiğim yazarlardandır. Pek çok kitabını önceki yıllarda zaten okumuştum.
İki filmimin de hikayesi ve senaryosu bana aitti. Şimdi ise bir uyarlama söz konusu. Yani kendine has bir serüven demek bu. Bir anlamda da bir meydan okuma.
Benim için senaryo yazmak, yazım sürecindeki mesai çok kıymetli. Senaryo yazmak, film yapımının en zevkli evresi benim için. Karakterlerle uğraşmak, onlara kendilerine has bir dil yaratmak, yeni fikirler bulup onları eklemek, karşılaştığım sorunlarla boğuşmak… Kısacası her adımı çok güzel bir süreç benim için. Bu durum Kuşlar Yasına Gider özelinde de böyle. Kitabın her satırını anlatmanız mümkün değil elbette ve uyarlamada tüylerimi diken diken eden kısım da bu. Neyden vazgeceğinize, neyi merkeze alacağınıza karar vermek. Bu yüzden olacak ki tretmanı yazmam çok uzun sürdü. Normal şartlarda bir ay gibi bir zamanda kotardığım tretman, dört ayımı aldı. Ama çıkan tretmandan da son derece mutluyum. Şimdilerde hala senaryoyu yazıyorum. Nisan ayının sonunda bitmiş olacak diye umuyorum.
Anlatım dilini beğendiğiniz etkilendiğiniz yönetmenler var mıdır? Bir de, Fil’m Hafızası takipçileri için; sizin de çok beğendiğiniz film önerilerinizi alabiliriz.
Paul Thomas Anderson günümüzün en sevdiğim yönetmeni. İkinci bir isim verecek olsam bu isim, Andrey Zvyagintsev olurdu. Lee Chang-dong’da çok sevdiğim başka bir yönetmen.
Klasik filmleri zaten herkesin bildiğini varsayarak yakın tarihten sevdiğim filmleri sıralayayım:
There Will Be Blood – Paul Thomas Anderson (2007)
The Master – Paul Thomas Anderson (2012)
Phantom Thread – Paul Thomas Anderson (2017)
The Return – Andrey Zvyagintsev (2003)
Burning – Lee Chang-dong (2018)
Poetry – Lee Chang-dong (2010)
Atlantics – Mati Diop (2019)
4 Monts 3 Weeks 2 Day – Cristian Mungiu (2007)
The White Ribbon – Michael Haneke (2009)
American Honey – Andrea Arnold (2016)
The Act Of Killing – Joshua Oppenheimer (2012)
Hunger – Steve McQueen (2008)
Uncut Gems – Josh/Benny Safdie (2019)
Toni Erdmann – Maren Ade (2016)
Liste uzar ama ben burada bırakayım.