Beautiful Boy: A Father’s Journey Through His Son’s Addiction adlı romandan uyarlanan Beautiful Boy’un (2018) yönetmen koltuğunda Felix Van Groeningen otururken, başrolleri Call Me By Your Name (2017) filmindeki başarısıyla akıllara kazınan Timothée Chamalet ile Steve Carell paylaşıyor. Film aynı zamanda Nic Sheff’in bağımlılığıyla mücadele sürecinde kaleme aldığı otobiyografisinden destek alıyor. Bir baba ve madde bağımlısı oğlunun arasındaki ilişkiyi oldukça derinlemesine incelerken aynı zamanda bağımlılığa ve rehabilitasyona dair çok zor bir süreci de gözler önüne seriyor.
Doğduğu günden beri ilk göz ağrısı olan oğlu Nic için kendi yaşamını ve sonradan kurduğu ikinci ailesiyle olan ilişkilerini bile zaman zaman askıya alabilen, oğlunun bağımlılıktan kurtulabilmesi adına ondan vazgeçmek dahil bildiği her yolu deneyen bir babayı, David Sheff’i odağına alan filmde, başrol oyuncularının yakaladığı uyumun ve mükemmel kurgunun da etkisiyle karakterlerle özdeşim kurmamak neredeyse imkansız hale geliyor. Nic 18 yaşında, çok okuyan, sorgulayan, kendi kararlarını alan ve aslında yaşamak istediği gibi yaşayan bir çocuk. Ailesini hep çok seviyor, onları yüzüstü bırakmak belki en büyük korkusu… Hayatında önemli yeri olan uyuşturucuyu kendi isteği doğrultusunda değil, yalnızca ailesi için bırakmayı denemesi de özellikle babasına karşı içinde bulunduğu duygusal durumu gösteriyor. Öyle ki, kendi içinde uyuşturucuyla veya ölümle çok da bir derdi olmayan bir çocuk olmasına rağmen defalarca rehabilitasyona gidiyor, bağımlılığından kurtulmak için mücadele veriyor. Aslında bu mücadelenin temelinde yalnızca babasına olan sevgisi yer alıyor. Nic’i iyileştiren bir şey varsa o da tüm gücünü aldığı bu sevgi oluyor. Ancak iyileşmek kelime anlamıyla Nic için hiçbir zaman uyuşturucudan veya alkolden uzak kalmak anlamına gelmediğinden, bu denemeleri bağımlılığından uzaklaşması ile sonuçlanmıyor. Oğlunu koşulsuz seven bir babanın her deneme sonunda yaşadığı hayal kırıklıkları ise bir noktada duruyor. David Sheff oğlunu değiştiremeyeceğini ve seçtiği şekilde öleceğini anlıyor, bunu kabullenmeyi deniyor. Hayatını yoluna koymasını gönülden istediğini ancak artık ona bu konuda yardım etmeyeceğini söyleyerek kendisi için çok zor olsa da geri çekiliyor. Bir duyguyu aktarmanın en güzel hallerinden olan; o duyguyu tezatını göstererek hissettirmek, tam da burada gerçek oluyor. Ondan vazgeçtiği an, onu ne kadar çok sevdiğini en iyi anladığımız ana denk düşüyor. Oğluyla yaptığı ve artık orada olmayacağını söylediği telefon konuşmasının zorluğu, izleyenin boğazını düğümlüyor. Nic’in aşırı doz aldığı ve ölümden kıl payı döndüğü andan sonra David Sheff yine dayanamıyor, tekrar oğlunun koluna giriyor, onunla yürüyor.
Filmin bu koşulsuz sevgiyi bu denli güçlü hissettirmesinin şüphesiz ki en önemli etkenlerinden biri filmin kurgusu oluyor. İlişkilerinin yapısını ve gücünü, çok doğru anlara geri dönüp tam da bırakması gereken yere geri getiren flaschbackler ile kolaylıkla öğreniyoruz. Aralarındaki bağın geçmişini, bugününü ve o bağın sağlamlığından doğan kaybetme korkusunu gerçekten görebiliyoruz. Beautiful Boy mükemmel oyunculukları, çok başarılı kurgusu ve seyir keyfini oldukça arttıran sanat yönetmenliği ile türünün başarılı örnekleri arasına adını yazdıracak gibi duruyor. Ara sıra -belki konusu itibariyle- içine düştüğü kamu spotu etkisi, filmin tek olumsuz eleştirisi olarak tartışılabilir gibi duruyor.