Yaşamını ve soyunu devam ettirme içgüdüsüne sahip olan insanoğlu, deneyimlerini aktarmak için mağaraların duvarlarına çizimler yaparak çok ilkel olsa da resim sanatını ortaya çıkardı. Zamanla insanlar birbirleriyle anlaşmanın farklı yollarını keşfettikçe; resim alanında çalışmaya devam edenler çeşitli denemeler yapmaya başladı. Bunun sonucunda bir şeyler aktarmaktan bir şeyler temsil etmeye evrilen resim sanatına, fotoğrafın vurduğu darbe ise bir başka deneme sürecinin kapılarını açtı.
Diğer sanat formlarına göre oldukça yeni sayılan sinemanın ilk zamanlarında sanatın kendisi henüz bir denemeydi. Bu nedenle, evrilmeye yönelik çalışmalar için bir süre beklenmesi gerekiyordu. Deneysel sinemanın tarihi, Luis Bunuel’in Un Chien Andalou (1929) filmiyle sinemanın bebeklik dönemine dayansa bile günümüzde hâlâ bir izleyici kitlesi oluşmamış olan bu türe ait filmler bir köşeye atılıp unutuluyor ne yazık ki. Elbette kişisel yaşantımızda dahi, yapılan denemeler sonucunda değişen durumlardan memnun kaldığımız zamanlar oluyor. Yenilik veya değişim, adını ne koyarsak koyalım, bunun her zaman olumlu karşıladığımız bir olgu olmadığını kabul etmeliyiz. Fakat, denemekten korkmak ya da değişimden kaçmak ne kadar doğru?
Ne mutlu ki; bu unutuluş, göz ardı edilme ya da değişimden korkma durumu kimi yönetmenlerin cesaretini kırmıyor. “İyi ki varlar!” dedirtecek denemeleri ve görsel şölenleriyle hem sinemaya hem de seyirci olarak bizlere pek çok şey katıyorlar. Luis Bunuel’in deneysel sinemayı başlattığı yıl doğan İtalyan Vittiorio Taviani ve kardeşi Paolo Taviani işte bu gözü pek yönetmenlerden ikisi…
Carlos Saura’nın Carmen’i (1983) ya da daha popüler bir örnek olarak Antonioni’nin Blow Up‘ı (1966) gibi filmlerde görüldüğü üzere; pek çok yönetmen bir başka sanat dalını filminin içerisinde eriterek alışılmışın dışında çalışmalarda bulundu. Başlangıçta özgün olarak kabul edilen bu disiplinler arası çalışma ekolü, zamanla film dilinde kendine bir yer edinmeyi başardı. Bir tiyatro oyununu kendisine çatı olarak benimsemiş Cesare Deve Morire (2012) filmini ise, bu ekolden ayıran içeriği değil anlatı yapısı.
Taviani kardeşler; iyilik, kötülük, erdem üzerine konuşulacak bir hikâye yazmaktansa bunu kendilerinden çok daha önce ve çok başarılı bir şekilde gerçekleştirmiş olan Shakespeare’in Jül Sezar’ın hayatını anlattığı oyununu filmlerine konu edinmeyi yeğlemişler ve oyunun akıllarda yarattığı “Halkının iyiliği için Sezar’ın ölümünü planlayan Brütüs kötü biri midir?”, “İnsanoğlu iyi ve kötü olarak iki ayrı gruptan mı oluşur?” sorularını bir hapishanede bulunan gerçek mahkûmlar üzerinden cevaplamayı tercih etmişler. Belgesel değeri taşıdığı kadar kurmaca olan filmin deneysel niteliği böylelikle anlam kazanmış oluyor.
Final sahnesiyle başlangıç yapmaya karar veren Taviani kardeşler; bizi öncelikle belki uzun bir süre belki de hayatları boyunca Rebibbia Hapishanesi’nde kalacak olan mahkûmların mutluluğuyla tanıştırır. Henüz farkındalık yaratılmamışken izlenilen bu sahne, aslında hem seyirci için hem de filmdeki karakterler için çok değerlidir. Uzun bir süredir mutluluk ve başarının verdiği hazdan yoksun olan mahkûmların duygularına tanık olurken, izleyici olarak onlarla bütünleşebilmemiz sadece bu sahne içerisinde sınırlı kalır. Film akışı boyunca mahkûmlara yüklenmiş olan karakterlerin çokluğu seyirci olarak bizleri aktif kılar ve bir anlamda bütünleşmenin önüne geçer.
Renkli olarak izlediğimiz başlangıç sahnesinin devamında, flashback yaparak siyah&beyaz çalışmayı tercih eden yönetmenler, izleyicisini bir kez daha şaşırtma eğilimindedir. Flashback sahnelerinin başlamasıyla birlikte gerçek bir hapishanede gerçekten mahkûm olmuş kişilerin arasında olduğumuzu öğrenmemizle belgesel kimliğine bürünen filmin siyah beyazlığı anlamlı bir tezatlık ve ilginç bir deneyim yaratıyor. Bu noktadan sonra, gerçek ve kurmaca bütünüyle birbiri içerisinde eriyor.
İyilik ve kötülüğün iç içeliğini analiz eden ve filmin en güzel sahneleri olarak tanımlayabileceğimiz seçme sahnelerindeki duygudurum çalışmaları; bir insanın aynı anda hem ne kadar acınası ve masum olabileceğini hem de bir öfke patlaması sonucunda nasıl insan dışı davranabileceğini örnekliyor. Mahkûmların kendi gerçekliklerine dair bilgi edindiğimiz tek an olması da sahneye ek bir önem katarken, yaratılan ikilem ile herhangi birinin neden bir hapishanede olabileceği ve kötünün sadece kötü olmayabileceği anlaşılır kılınmaya çalışılıyor.
Provalar ilerledikçe hapishane hayatının büyük bir bölümünü oluşturmaya başlayan oyun ve karakterlerin içine tamamen girmiş olan mahkûmların yanı sıra, kameranın ve dış seslerin de oyuna dâhil olmasıyla film belgeselden öte bir hal alarak neredeyse fantastik bir çalışmaya evriliyor. Seyircisini hapishane ortamından soyutlayarak Jül Sezar oyunun içerisine çeken ve bu anlamda oyunun modern bir uyarlamasına dönüşen film; yine seyircisini ansızın gerçekliğe bırakarak büyük bir çatışma ortaya çıkarıyor. Sezar’ın ağzından çıkan cümlenin oyuna dahil olup olmadığını arkadaşları bile anlayamazken; sahnede gerçekleşen oyunun, yüzlerdeki mimiklerin, söylenen diyalogların tiyatro oyununa mı yoksa hapishanedeki yaşama mı ait olduğunu çözümlemek tamamen izleyicinin marifetine bırakılıyor. Böylelikle, Taviani kardeşler dördüncü duvarı yıkarak güzel bir denemenin altına imzalarını atıyor.
Film süresince, kameralarını belgesel kadrajlarından pek ayırmayan yönetmenlerin zaman zaman kullandıkları alt açılar, bir başka ikilemin ortaya çıkmasına sebebiyet verir cinsten. Kimisi adi, kimisi gerçekten büyük suçlardan hapishanede bulunan ve toplum gözünde bir anlamda ötekileştirilen kişilerin bu alt açılar ile yüceltilmesi anlatıyı farklı kılan bir diğer etmen olarak göze çarpıyor. Bu noktada, akıllarda yine benzer bir soru ortaya çıkıyor; “Bu alt açılar, oyunun karakterine mi yoksa filmin karakterine mi yönelik?” Bir kişiye ait üç karakterin hangisiyle muhatap olduğumuzu asla tam anlamıyla çözümleyemediğimiz Cesare Deve Morire’de; iyilik, kötülük veya erdemin dışında insana dair ve çok önemli olan bir başka unsurda etkileyici bir biçimde analiz ediliyor.
Tiyatro sahnesindeki bir koltuğun “Belki de buraya bir kadın oturur.” diyaloğu eşliğinde okşanması ya da “Bize mahkûm diyeceklerine tavan bekçisi demeliler.” diyaloğu eşliğinde tavan ile konuşulması özgürlüğün eksikliğinin mahkûmlardaki fizyolojik ve psikolojik etkilerini somut bir şekilde gözler önüne sermektedir. Bir de buna soyut bir pencereden bakmak isteyen film; mahkûmların sanat ile tanıştıktan sonraki özgürlük anlayışını irdeler. Filmin son sahnesinde yer verilen “Sanatla tanıştığımdan beri, bu hücre bir hapishaneye döndü benim için. repliğiyle Taviani kardeşler sanat ile bir zihnin özgür kılınabileceğini tek cümleyle belirtir.
Bu özgür kılınıştan dolayı olacak ki, filmde yer alan kişiler mahkûmiyetleri bittikten sonra yazar veya oyuncu olmayı tercih etmişler.