30.Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali ulusal yarışma seçkisinde on bir filmden biri olan ve festivalden mansiyon ödülü ile dönen Bir Gün 365 Saat’in yönetmeni Eylem Kaftan ile sineması ve son filmi üzerine söyleştik. Dünya prömiyerini Saraybosna Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini de Adana Altın Koza Film Festivali’nde gerçekleştiren Bir Gün 365 Saat, seyirci tarafından en çok sevilen, etkilenilen ve soru-cevap kısmına en çok katılım gösterilen filmlerden biri oldu. Ödül gecesi mansiyon ödülünü almak için sahneye çıkan Asya, Reyhan ve Leyla’nın hikâyesinin anlatıldığı film, birçok cinsel istismar ve şiddet mağduru bireye umut olma potansiyeli taşıyor. Kaftan ile böylesi bir film aracılığıyla tanışıp keyifli bir sohbet gerçekleştirdiğim için çok mutluyum. Keyifli okumalar.
Boğaziçi Üniversitesi’nde felsefe okurken sizin de yolunuz birçok arkadaşımız gibi sinema kulübüyle buluşuyor. Ve olanlar oluyor😊 Açıkçası siz de yolunuzun sinema ile şekillendirme kararınızdan memnunsunuzdur diye düşünüyorum. Yanılıyor muyum? Neticede çok güzel, ödüllü işler ortaya koydunuz ve koymaya devam ediyorsunuz. Her ne kadar üniversiteye ilk başladığınız andan bugüne kadar olan süreç az çok bilinse de bir de sizden dinlemek isteriz. Eylem Kaftan’ın sinema kariyeri nasıl şekillendi? Bu kariyerdeki dönüm noktaları nelerdir? Geriye dönüp baktığınızda iyi ki veya keşke dediğiniz tercihleriniz oldu mu?
Boğaziçi’nde felsefe okurken felsefe dışındaki en büyük tutkum o zaman da sinemaydı. Tutkulu bir sinefildim. Ve o zaman Boğaziçi Sinema Kulübü’nde şu an Türkiye’nin en kıymetli sinemacılarından Emin Alper, Yamaç Okur gibi isimlerle filmler izleyip, sinema tarihine bakıyorduk. İşte Yeni Dalgacılar, İtalyan Yeni Gerçekçiler… Bu filmler üzerine saatlerce tartışıp üzerine yazılar yazıyorduk. Bu süreçte sağlam bir şekilde kendimi sinema tarihinde ve belli akımlarda geliştirdim. O dönemlerde daha zordu sinema yapmak. Elimizde imkân yoktu. Ufak tefek denemeler yaptık ama bir kariyer düşünmemiştim. Açıkçası ben yapabileceğimi de düşünmüyordum. O zamanlar daha kendimi güvence altına almak için felsefe üzerine doktora yapmak istiyordum. Amerika’ya gidip geliyordum. Üniversitelerle görüşüyordum. Bir tesadüf sonucu Kanada’da York Üniversitesi’nde kendimi bir anda sinema bölümünün önünde buldum. Kapı açıktı. Ve orada bölüm başkanı vardı. Ve ona burada bir şansım olur mu diye sordum. O da bana “Denemeye değer!” dedi. O söz bana cesaret verdi. Başvurdum ve kabul edildim. Aslında benim hikâyem orada başladı. Yani daha aktif olarak orada başlamış oldu. Çünkü biraz prodüksiyon da öğreten bir bölümdü. Biz film yaparken yönetmenlik dahil olmak üzere her şeyini yapıyorduk. Sanat yönetmenliğini, kurgusunu… Daha sonra Toronto’dan Montreal’e taşındım. İlk belgeselimi deprem ile (1999 depremi) ilgili ve tamamen sıfır bütçeyle gerilla usulü çektim. Sonra oranın belgesel açısından tam bir cennet olduğunu fark ettim. Belgesel çok destekleniyordu. Ve bunu değerlendirmek istedim. Ve bir anda kendimi çok tutkulu, profesyonel belgeselcilerin arasında buldum. Belgeselin de sinema salonunda gösterime gireceğini gördüm. İsmi Güzide/Vendetta Song (2005) isimli belgeselimin sinema salonunda gösterilmesi benim için dönem noktası oldu. Aslında hep kurmacaya erken girmek istedim ama çok uzun bir süre belgesel ürettim.
Feminizm sizi tanımlarken kullanabileceğimiz bir yapı taşlarından biri sanırım değil mi? Ama bugüne kadar yaptığınız kısa metraj, belgesel ve uzun metraj kurmacanızı tam olarak bunun üzerine kurmadığınızı söyleyebiliriz. Ya da özellikle böyle bir çabanız olmuyor. Lakin İsmi Feride kadın cinayetlerini, Kovan (2019) bir kadın karakterin kendini inşa etmesini, Bir Gün 365 Saat ise üç genç kadının biyolojik babalarından gördükleri cinsel istismara karşı verdikleri mücadeleyi anlatıyor. Kadın, her zaman filmografinizi yönlendiren ana etkenlerden biri olacak gibi. Ne dersiniz?
Yani aslında çok farklı konularda filmler yaptım. Mesela Kovan için bir kadın hikâyesi diyemeyiz. İnsanın doğa ile olan ilişkisi ile ilgili. Ama evet haklısınız. Genelde kadın karakterler üzerine yoğunlaşıyorum. Direk bilinçli bir şekilde feminist bir sinema yapıyorum diyemem. Fakat evet filmografime bakıldığında kadınların maruz bırakıldıkları tahakküm ve güç ilişkileri, kendilerini varoluşlarını inşa etme çabalarına dair çok fazla film yaptığım söylenebilir. Ama bunu ideolojik ve çok bilinçli bir motivasyondan ziyade daha sezgisel bir yerden olduğu söylenebilir. Zaten benim de hayatımın bir parçası olduğu, ataerkil bir toplumda ben de kendi varoluşumu inşa etmeye çalıştığım için böyle bir yere yöneliyor olabilirim. Ama sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde aynı durum var. Modern kadının da daha farklı bir yerden yalnızlığını görüyor ve varoluş mücadelesi verdiğini düşünüyorum. Ve elbette kadın hikâyeleri bana daha heyecan verici geliyor.
Anaakım kurmaca filmler dışındaki türlerin çok da ilgi görmediği ülkemizde birçok belgesele imza atmış bir yönetmensiniz. Bak Devlet Baba (1999-2001), İsmi Güzide/Vendetta Song, Bledi, This is Our Home (2006), Aşk ve Ceza Sahası, Sarajevo My Love /Sevgilim Saraybosna (2013), Seeing isn’t Everything, Madımak’ın Ardından (2015), Bir Gün 365 Saat… Her ne kadar ülkemizde son yıllarda belgesele olan ilgi artsa da hâlâ hak ettiği ilgiyi göremiyor. Siz tüm bu ilgisizliğe rağmen ısrarla belgesel çekmeye devam ediyorsunuz. Ülkemiz belgesel sinemasına yeni bir boyut da getirmeye öncülük eden yönetmenlerden birisiniz. Bu nasıl bir tutkudur? Sizin nazarınızda belgesel ile kurmaca arasında nasıl bir farklılık var?
Belgesel aslında o kadar kuvvetli bir deneyim ki… Bir kez o deneyimi yaşayınca insanın beyninde bir şeyler değişiyor. Yani insanın beyin yapısını değiştiriyor. Gerçek karakterleri yoğurmak, onları bir hikâye yapısının içine yerleştirmek bana çok güçlü bir anlatım formu gibi geliyor. Bir süre sonra gerçek hikâyeler duydukça bende hemen bir şeyler şekillenmeye başlıyor. Bu süreçte tabii ki sipariş üzerine işler de yaptım. Ama diğerlerine göre daha azdır. Mesela bir ara Konya’ya gittim. Oradaki dünyanın çeşitli yerlerinden yola çıkan insanların mistik arayışları ilgimi çekiyordu. O insanların hikâyesini dinledim. Biri İsrailli diğerleri Rus ve Amerikalı olan üç sûfînin mistik yolculuğu ile ilgili film yaptım mesela. Ama ben de zaten bir süredir arayış içerisindeydim. Yaptığım işlerde biraz kendimi de aynalamış oluyorum.
Peki, yavaş yavaş filmimize gelelim isterseniz. Bir Gün 365 Saat’in fikri nasıl doğdu? Reyhan, Leyla ve Asya ile yolunuz nasıl kesişti? Mesela en başta aile içi şiddet ve cinsel istismar mağduru çocuk ve gençlerle ilgili bir belgesel yapma fikri var mıydı yoksa yolunuz bu genç kadınlardan biriyle kesiştiği için mi bu filmi yapmaya karar verdiniz?
Ahbap Derneği yönetim kurulu üyesiyim. Orada Türkiye’nin farklı bölgelerinden pek çok zor durumda olan kadınla yollarımız kesişiyor. Yani işte bir şekilde başlarına kötü bir şey gelmiş, şiddete uğramış kadınlar Ahbap’a başvuruyorlar. Orada onlara yasal veya psikolojik yardım yapılıyor. Burada pek çok kadınla tanışmaya başladım. Ve bu cinsel istismar meselesinin sandığımızdan çok daha fazla olduğunu aynı zamanda insanların bu konuda çok ciddi anlamda baskılandıklarını gördüm. Kadınların zaten bu istismarı yaşadıkları yetmezmiş gibi bir de üstüne suçlu oldukları hissettirilip bastırılmaları çok büyük bir problem. Burada tanıştığımız bu genç kadınlar arasında özellikle hikâyeleri kesişen ve bu yaşadıkları şiddetle birbirlerine tutunarak, birbirleri arasında kurdukları güçlü kız kardeşlik bağı sayesinde mücadele ederek bunu aşmış üç kız kardeşin hikâyesi beni çok etkiledi. Çünkü burada sadece mağdur olmuş, bir şiddetin kurbanı olmuş kadınlardan ziyade bunu kız kardeşlik duygusuyla aşmış kızların umut verici hikâyesi vardı. Ve bu çok karanlık ve üzücü bir konu olduğu için buradaki umut ve bu kızların mücadele etme gücü, en nihayetinde adaletin tecelli etmiş olması beni çok etkiledi. Bu yüzden bu hikâyeyi anlatmayı tercih ettim. Çünkü hikâye kendiliğinden bir sinemada olması gereken çatışmayı bünyesinde barındırıyordu. Tabii bu anlatmaya değer, etkileyici hikâyeleri seyirci ile buluşturma fikrini, Burcu Salihoğlu ile birlikte düşündük.
Sinema sanatının başlangıcından bu yana belgesel türü kendini en az geliştiren türlerden biridir. Hâlâ konuşan kafalardan kurtulabilmiş değiliz. Çok büyük prodüksiyonlarla çekilen belgesellerde bile bazen konuşan kafalar konseptinin kullanıldığına şahit oluyoruz. Bu, çokça da mevzu bahis olan, tartışılan bir meseledir. Siz belgesele gönül vermiş bir yönetmen olarak bu alana farklı bir boyut getirmek istiyorsunuz. Anladığım kadarıyla özellikle bizim ülkemiz gibi salonlara çok fazla seyirci çekemeyen bir tür olmasından dolayı da kurmaca izlemeye alışmış seyircinin alışkanlıklarını referans alıyorsunuz. Değil mi? Son filminiz bunun bir örneği. Tam anlamıyla belgesel ile kurmaca arasında bir yerde durmaktadır. Bu aradalık istediğiniz bir şeydi yanılmıyorsam. Öyle mi?
Bir belgeselin prodüksiyon kalitesi düşük olacak ya da bir belgesel çok klasik veya klişe bir yöntemle anlatılacak diye bir kural yok. Aslında dünyada belgeseller kurmaca filmlerden bile heyecan verici bir konuma yükselmiş durumda şu an. Günümüzde dünyada belgesellerin prodüksiyon veya production kalitesi çok yüksek. Ben de izlenebilir, seyirlik duygusu yüksek ve aynı zamanda dünyadaki gibi yüksek kalitede bir belgesel film yapmak istedim. Öncelikli olarak Fransız görüntü yönetmenimiz Florent Herry ile çalıştık. Kendisi çok yetenekli bir görüntü yönetmeni. Beraber bir ön hazırlık yaptık. Ve Bir Gün 365 Saat’i bir sinema filmi estetiği ile kurguladık. Seyirlik duygusu daha yüksek bir film daha kolay izlenebilir ve seyirciyle bağ kurmasını da kolaylaştırır. Zira en nihayetinde filmleri seyirciye ulaşsın, onların hayatlarının bir yerine dokunsun diye yapıyorsun. Ki bizim filmimiz bir yerde diğer kadınlara da kurtuluş yolunun olduğunu göstermek açısından çok daha fazla kişiye ulaşmalıydı. Bu nedenle filme ayrıca çok detaylı senaryo yazdım. Ama öncelikle bu üç kadın bana hayatlarını tüm detayına kadar aktardılar. Onlar anlatırken ses kaydı alıyordum. Daha sonra bu kayıtları deşifre ediyordum. Bu deşifre sürecinin üzerinden üç kadının hikâyesinin haritasını çıkardım. Artık bu üç kadının hikâyesinin birbirinden bağımsız veya bağımlı tüm detayları şekillenmişti. Tüm bu gerçek yaşanmışlıklar üzerine senaryoyu yazdım.
Bu noktadan devam edecek olursak, her ne kadar belgesel, kurgunun işin içine girmemesiyle seyirciye daha gerçek bilgi sunuyor gibi algılansa da onun da çetrefilli olduğu noktalar vardır. Örneğin anlatıcının geçmişini, yaşadıklarını hatırlamak istediği gibi nostalji boyutuyla aktarma ihtimali bunlardan biridir. En net ve gösterişsiz olan konuşan kafalar konseptinde bile böyle bir tehlike vardır. Hal böyleyken Bir Gün 365 Saat, bu noktada daha riskli bir işe girişiyor. Üç kadının hikâyesini neredeyse kurmaca boyutuyla izliyoruz. Bu da ayrı bir tartışmaya gebe bir tercih elbette. Mesela benim en çok merak ettiğim Reyhan, Leyla ve Asya’nın veya yüzünü göremediğimiz annenin eline bir metin verildi mi? Yoksa tüm konuşmalar doğaçlama mı?
Güzel bir soru, teşekkür ederim. Şöyle oldu: Şimdi dediğim gibi ben her biriyle çok uzun, derinlemesine sohbetler gerçekleştirdim. Ve bunları kayıt altına aldım. Daha sonra bu sohbetleri defalarca dinleyip buradan bir hikâye çıkartmaya çalıştım. Çünkü bir şekilde bu kadınların geçmişleri belgeselde izlenilenden ibaret bir hayat değil elbette. Çünkü o yaşanılan şiddet de mücadele de bir filmde anlatılamayacak kadar çok detay içeriyor. Bu nedenle yaşanılanları bir sadeleştirmeye girdim. Yani o yaşanılan şiddet ile ilgili çok fazla olay ve çok fazla detay var. Ama yaşanılan şeylerin çoğu duyulması, öğrenilmesi o kadar zorlu şeylerdi ki…Bu yüzden fazla provakatif olan yerleri kurguda çıkardım. Hikâyenin belli hassasiyet sınırlarını geçsin istemedim. Ve bu dinlediklerim üzerinden ortaya bir kurgu çıkardım. Hem onların geçmişte anlattıkları olaylara yer veren aynı zamanda da onların psikolojik çatışmalarına, yaşadıkları gelgitlere, ikilemlere yer veren bir film yapmak istedim. Mesela beraber parklara gidip piknik yapıyorduk. Ve bu pikniklerdeki sohbetlerde kızlar sürekli anlatıyorlardı. Ben bir şey sormasam da anlatıyorlardı. Çünkü senelerdir dinlenilmeyen, inanılmayan kızlar oldukları için nihayet onlara inanan ve dinleyen birini görmek onlara iyi gelmişti. Bu nedenle devamlı anlatıyorlardı. Ki bu esnada kendi kişisel dünyalarındaki gelgitleri de anlatıyorlardı. Mesela babalarının yaptığı bunca zulme rağmen iyi tarafları olduğunu düşünmek bile tuhaf gelse de bu mevzu benim ilgimi çekmişti. Ve bir gün bu anlatışın sahnesini çekmek istedim. Keza “babanın DNA’sı” sohbeti bu anlarda ortaya çıkmıştı. Üstelik bu mevzuyu daha önce kamera kapalıyken konuşmuştuk ama asıl can alıcı hâli çekimler esnasında gerçekleşti. Bir de kamera kayda girdiğinde gerçekten büyülü bir şey gerçekleşiyor. Çok enteresan çünkü gerçekten o sahnedeki diyaloglar tamamen doğaçlama. Ben asla o doğaçlama sahnesindeki gibi bir senaryo yazamazdım.
Canlandırma ya da yeniden canlandırma gibi olan ama yeniden canlandırmadan öte adeta bir oyunculuk gibi duran, oldukça ustalıklı bir görüntü yönetiminin elinden çıkan şahane görüntülere ve ustalıklı bir kurguya sahip sahneler, gerçekte yaşanmış olanlarla bire bir aynı mı? Özellikle bar veya taksi sahnesi bu noktada ilk akla gelenler olabilir. Bu aşırı gösteriş, anlatılan meselenin ciddiyetine sizce zarar veriyor olabilir mi? Kendi aranızda bunu hiç konuşup tartıştınız mı?
Şimdi o taksi sahnesini biz çekerken gerçekten çok etkilendik. Taksi şoförü de çok tatlıydı. Gerçekte sahnedeki kadar eğlenmişler midir bilmiyorum. Ama o şarkıyı vs söylemişler. Yani o anda bir oyun içinde oyun var. Ve onların yeniden yaratmak istediklerine izin veren bir reji var. O an neyi gerektiriyorsa, nasıl hissediyorlarsa onu yapıyorlar. O yüzden araya girip bu sahnenin gerçeği yaşandığında bu kadar eğlenmiş miydiniz diye sorulmuyor. O sahne senelerce adeta cehennemi yaşamış üç genç kadının özgürlükleriyle kucaklaşmalarının gerçekleşmesidir. Bu nedenle o sahne çok anlamlıydı. Ve gerçekten de taksideki radyoda “Ah Nebahat” parçası çaldı. Ve bu parça onların annelerini hatırlattığı için de ayrıca anlamlıydı.
Aile içi şiddet ve istismar meselesinde özellikle alt sınıf, yoksul ailelerin annelerinin çocuklarına inanmadığını, babaya karşı duramadıklarını gözlemliyoruz. Tıpkı Reyhan ve Leyla’nın anneleri gibi. Tabii bunda baskın bir ataerkil toplumda yetişmiş olmanın verdiği sindirilmişlik ve ekonomik anlamda erkeğe bağımlılık vardır. Fakat bütün anneleri de aynı kefeye koyamayız. Bu anlamda film çok güzel bir hamle yapıyor ve oldukça iyi bir anne örneğini de gösteriyor. Bu ikiz çocuklar ve onların anneleriyle nasıl yollarınız kesişti? Filmin hangi noktasında dahil oldular?
Ayşe de yine Ahbap’a gelmiş ve çok şey yaşamış bir kadındı. Onun tarafında da çok ağır bir dram vardı. Aslında filmdeki her karakterin yaşadıkları tek başına bir film olma potansiyeli taşıyordu. Kızların hikâyesinde bu esnada anneler ne yapıyordu sorusu vardı. Ve annelerin biraz üç maymunu oynamaları, içlerindeki kurban kültürü nedeniyle kocalarına karşı çıkmamaları ya da bunu konduramamış olmaları filmin en büyük dertlerinden biriydi. Belki annelere de yer verebilirdik ama bu pek mümkün değildi. Tabii Ayşe’nin, sevdiği adamın yaptıklarını anlayınca gösterdiği tepki ile Asya, Reyhan ve Leyla’nın ve daha nice annenin yaptıklarını anlamak mümkün değil. Buradaki anneler aslında bir nevi Stockholm Sendromu yaşıyorlar. Tam anlamıyla celladına âşık olma diyebiliriz. Gerçi Leyla’nın annesi daha sonra kabulleniyor ve kocasından ayrılıyor. Ama tabii genelde aile içi ilişkilerden ve dışarıdaki ötekileştirilmelerden dolayı da genelde çekiniyorlar. Fakat gerçekten Ayşe’nin durumu zincirin bir diğer halkasını gösteren detay.
Bu yıl Saraybosna Film Festivali’ne kabul edilen tek yerli yapım Bir Gün 365 Saat oldu. Film dünya prömiyerini de burada gerçekleştirmiş oldu. Festivalden nasıl tepkiler aldınız? Adana Altın Koza Film Festivali seyircisi ile Saraybosna’daki seyirci tepkileri arasında fark var mıydı? Bu tarz festivallerde ekibin filmi seyirci ile aynı salonda deneyimlemesi ve sonrasında gerçekleştirilen soru-cevap kısmı önemlidir. Filmin seyircide bıraktığı etkinin anında ve oldukça verimli bir şekilde gözlemlendiği bir deneyimdir. Bu nedenle de bu iki ilk gözleminizi merak ediyorum.
Yani ikisi de çok etkilenmiş bir seyirci ile karşılaştı. Saraybosna’da salonun yarısı ağlayarak çıktı. Ve hepsi şu duygu içerisindeydi: “Ne yapabiliriz de daha fazla izletebiliriz, bizim elimizden ne gelir?” Seyirciler hikâyenin daha çok insana ulaşmasını istediler. Özellikle gençlere ulaşmasını istediler. Boşnak ve eski Yugoslav olan seyirci muazzam bir ilgi gösterdi. Kızları dakikalarca ayakta alkışladılar. Tabii dünya prömiyeriydi. Kızlar da ilk orada izlemişlerdi. Çok duygusal bir gösterimdi. Oradayken çok enteresan bir şey de oldu. Bana instagram’dan bir mesaj gelmiş. Ben çok sonra gördüm mesajı. Bosna’da filmi izleyen bir genç kadın, yirmi yıl önce başına gelen aynı şeyleri filmi izledikten sonra gidip polise şikâyet etmiş. Ve bana şöyle bir mesaj atmış: “Filminiz gerçekten fark yarattı, benim hayatıma dokundu. Ben nihayet konuştum ve bu yükümden kurtuldum. Nihayet içimde bir ferahlama hissettim.” Ve mesajını da herkesle paylaşabileceğimi söyledi. Ben de en başta kızlarla paylaştım. Bu onlara da çok iyi geldi. Çünkü çok zor bir iş yapıyoruz. Ama günün sonunda eğer bir kişinin hayatına bile dokunabiliyorsak mutluluk verici.
Filmdeki genç kadınlar her ne kadar yaşadıkları aile içi şiddet ve istismarı uzun yıllar önce yaşamış olsalar da tekrar anlatırken her defasında yeniden yaşamış olmalılar. Zaten filmde de yanılmıyorsam Reyhan bu konuda hâlâ çok daha kırılgan. Sette yaşadığınız çözülmeler, ters tepen yaklaşımlar oldu mu? Sette bir uzman veya sette olmasa da Reyhan ve Leyla’nın her an başvurabileceği bir uzman danışmanınız var mıydı? Veya siz filmde birlikte çalışacağınız bu kadınlarla nasıl bir iletişim dili kullanmanız gerektiğine dair uzman görüşünden faydalandınız mı?
Evet, biz en başından itibaren bunu yaptık. Ki bu süreç benim için de çok yıpratıcıydı. Gerek kızları dinlerken, gerek sayfalarca dava dosyalarını okurken, gerekse de olayın detaylarını dinlerken ben de çok acı çektim. Ama birbirimize tutunmuş, sevgi göstermiş ve inanmış olmamız bize güç verdi. Bu süreçte tabii ki hem bir psikiyatristen ve psikoterapisten danışmanlık aldık. Hem kendim için hem kızlar için. Senaryoyu da okuttum iki ayrı uzmana. Sete de geldiler. Mesela en çok kendimi zorladığım, hayatım boyunca unutamayacağım sahne Ayşe’nin sahnesiydi. Yani çocukların başlarına gelen şeyleri kızların kameranın karşısında öğrenmeleri. O sahnede kendimi çok sorguladım. Doğru bir şey mi yapıyorum acaba diye. Hatta çok üzüldüm. Ya da Reyhan’ın o sahnede o kadar üzülmesi beni korkuttu. Acaba yanlış bir şey mi yapıyorum diye çok sorguladım. Ama Reyhan bana sarılarak orada çok doğru bir şey yaptığımı söyleyerek beni rahatlattı. Ve o esnalarda yanımızda hep psikiyatrist vardı. Ve psikiyatrist, film çekimleri bittikten sonra hepsi ile tek tek görüşüp onların filmden önceki ve sonraki ruh hallerine baktı. Yani film sürecinde bir iyileşme olup olmadığını anlamak için. Ve aldıkları sonuç kızların ruh hallerinin yüzde doksan iyileşme göstermiş olduğuydu. Çünkü film aslında bir tür drama terapi etkisi de görüyor. Çünkü bir yandan yaşadıklarına mesafe de alıyor ve onu bir oyuna, kurguya dönüştürüyorlar. Böylece dışarıdan bakıp yaşadıklarından uzaklaşıyorlar. Ama bence buradaki en önemli unsur, yıllarca kimsenin inanmadığı, güvenmediği, dinlemediği şeylerin bir anda kameranın doğrultulmasıyla beraber kendilerinin hikâyelerinin değerli olduğunu anlamalarıdır. Çünkü bu hikâyelerin insanlığa güç verecek olması, onların ruhuna da inanılmaz güç veriyor.
Filmin ismi de çok enteresan. Daha doğrusu anlamlı. Bir günün uzun sürmesi, bir yıla bedel olması hem iyi hem kötü. Zira günün sonunda bu bitmeyen gün kötü bir gün de olabilir. Filmin ismi nasıl seçildi?
Yani ben dediğim gibi adeta bu filmi birlikte yapmışız gibi hissediyorum. Ben o kadar onların dünyalarının içine girdim ki bütün bir kurgu oradan çıktı. Ben çok fazla aynalayan bir insanım. Bu da onların anlattıkları arasındaydı. Dediğim gibi biz üç ay birlikte vakit geçirdik. Sabah akşam konuşuyorduk. Ve bu bir günün 365 saat olması kendi ifadelerinde kullandıkları bir şeydi. Aslında bir gün duvarda görüyorlar bu yazıyı. Bir grafiti. Hatta bende fotoğrafı da var. Bana yolladılar da. Ve işte o zamanlar kendi aralarında öyle bir zor günde birbirlerine bakıp söyledikleri bir şeymiş. Ama tabii sonra bunu güzel, olumlu anlamda da kullanıyorlar.
Bir sonraki projeniz hakkında ben bir şeyler biliyorum ama sizden biraz daha detaylı dinlemek isteriz. Ülkemizin en önemli ressamlarından sizin deyiminizle ülkemizin resim alanında Nuri Bilge Ceylan’ı olan Burhan Doğançay belgeseli ne durumda? Ne zaman seyirci karşısına çıkacak?
Evet evet bir Burhan Doğançay belgeseli çektim. Ve şu anda onun kurgusunu yapıyorum. Keyifli bir iş oldu. Çünkü bütün bu travmatik süreçten sonra sanat ile uğraşmak çok iyi geldi Dünya müzelerinde çekimler yaptık. Bir ay New York’taydım mayıs ayında. Doğançay’ın eşi aslında bu filmin mimarı. Filmin de yapımcısı aynı zamanda. Bir de şu an Gerçek Bir Kadın isimli bir yeni uzun metraj kurmaca filmim var. Kültür Bakanlıktan ve TRT’den destek aldı. Şimdi onun bütçesini tamamlamak için birtakım çalışmalar içerisindeyiz. Eğer bütçeyi tamamlayabilirsek seneye çekmek istiyoruz.