Evli, iki çocuk annesi, orta yaşa yaklaşmış bir kadını ne mutlu edebilir? Böyle biri, ailesini bir arada görmek ve onlara yemek hazırlayıp evi çekip çevirmek dışında başka bir şey istemese gerek. Mutluluğun formülü evli ve çocuklu olmaktır (!) ne de olsa. Ama bir hususun altının kalın kalın çizilmesi gerekir: Bu ikisi mutlaka birlikte olmalıdır. Yani evli olabilirsiniz, ancak çocuğunuz yoksa üzgünüz ama siz mutsuzsunuz. Peki ya evlendiniz, çocuğunuz da oldu, ama sonra boşandınız. Peki, siz mutlu musunuz? Hayır efendim ne münasebet! O zaman da acıyarak bakarlar size. Çocuğunuz olabilir, ama bu kez de evli değilsiniz. Hem bekâr hem de çocuksuz kadınlara değinmiyorum bile farkındaysanız. Onlar sistemin en altında yer alırlar. Mutsuzluk skalasında durumlarını değerlendirmeye gerek bile duyulmaz. İşte Franceska mutluluk piramidinin en tepesindeki kadındır. Onu seven nazik bir kocası ve boyunca iki evladı vardır. Ama Franceska’da bir şey vardır. Nasıl desek, çok da memnun değildir sanki hayatından. Hâşâ mutsuz demeye dilimiz varmıyor, ama bir şey var bu Franceska’da. Tutku gibi bir şey eksik hayatında. Evet evet, tutku. Tutkuyla bağlı olduğu hiçbir şeyi yoktur Franceska’nın. Oysa o, ilk gençlik yıllarında böyle mi hayal etmişti hayatını? Küçük yaşta evlenip çocuk sahibi olmak yerine belki de dünyayı gezmek istiyordu. Şimdi ise sahip olduğu tek özgürlük alanı, birazdan kocası ve iki çocuğunun, bir boğa yarışmasına katılmak üzere dört günlüğüne evden ayrılacak olmalarıyla, kendi kendine geçireceği zamandan ibarettir.
Ne olduysa o dört günde olur. Zaman, Einstein’nin kanıtlamaya çalıştığı gibi gerçekten izafi olmalı ki, dört güne, koskoca bir hayata yetecek kadar büyük bir aşk sığdırmak mümkün olabilmiştir. Franceska, hayatında eksik olan tutkuyu tamamladıktan sonra, ölümünden sonra bile olsa çocukları tarafından anlaşılma ihtiyacı hisseder. Franceska, bu sırla birlikte yok olabilecekken, en sevdiklerinin, onun gerçekte kim olduğunu bilmelerini ister. Çocuklarına bıraktığı günlüklerde, o dört günde yaşadıklarını en ince ayrıntısına kadar anlatır. Hayatını ailesine adamış bir ev kadının günlüklerinden ne kadar çalkantılı bir hikâye çıkabilir ki, demeyin; haydi Franceska’nın satırlarına göz gezdirin.
Franceska, yalnızlığının daha ilk gününde, National Geographic dergisinde yayımlanacak bir makale için, Madison Kasabası’ndaki köprüleri fotoğraflamaya gelen karizmatik fotoğrafçı Robert Kincaid ile tanışır. İkili tanışmalarının daha ilk saniyesinde, sanki hayatlarını sonsuza dek değiştirecek o dört günün farkındadır. Fotoğrafçımız aramakta olduğu Roseman Köprüsü’ne, Franceska’nın yardımıyla ulaşır ve bu andan itibaren birlikte zaman geçirmeye başlarlar. Franceska ilk önceleri, Robert’a karşı duyduğu hisleri çok saçma bularak kendini dizginlemeye çalışsa da ikili, dolgu dizgin bir aşk yaşamaktan kendilerini alamayacak. Kocası ve çocuklarının dönüş günü yaklaştıkça Franceska’nın hezeyanına ortak olur; Franceska kalmak ve gitmek arasında bocalarken, Robert’tan yürek yakan “This kind of certainty comes but just once in a lifetime.” cümlesiyle irkiliriz. Robert hep böyle yapar zaten. Nitekim bir gün Franceska ile sohbet ederken “The old dreams, were good dreams. They did not work out but I am glad, I had them.” diyen de odur. Neden Robert, neden? Neden yirmi yıl önce karşısına çıkmadın, diye isyan etmeden önce sakinliği elden bırakmamakta fayda var. Çünkü filmin boğazımızı düğüm düğüm eden, göğsümüze bir fil oturmuş gibi hissettiren sahnesiyle henüz karşılaşmadık.
Dört gün sona ermiş, aile yeniden bir araya gelmiştir. Franceska ise sevdiği adamla, her şeye arkasını dönüp gidememiştir işte. Ta ki o kırmızı ışığa kadar. Ah o kırmızı ışık! Seni oraya gitmekle kalmak, tutkuyla ya da “keşke” ile geçecek bir ömre, yani ölmekle yaşamak arasında karar vermek zorunda kalalım diye mi diktiler? Ukde ile geçecek bir ömre hazırlanmak için beklenen o son kırmızı ışık… Robert, Franceska’nın onunla geleceğine dair hâlâ küçük bir umut beslemektedir. Bu yüzden kırmızı ışıkta arabasını, Franceska ile kocasının içinde olduğu arabanın önüne çekmiştir. Franceska’nın tek yapması gereken arabanın kapısını açmaktır. O araba kapısı ki, Dünya Bankası’nın kilitli kasasını açmak bile bu kapıyı açmaktan daha kolaydır. Franceska bir eliyle kapının kolunu tutarken diğer eliyle kalbimizi avucunun içine almış, sıkıştırmaktadır. İşte yandı yeşil ışık, git artık Robert, git! Gelmiyor Franceska. Ama gidemez Robert, bir türlü hareket etmez arabası. Artık ramak kalmıştır o kapının açılmasına. Evet, iniyor kol yavaştan. Ama Franceska’nın kocası daha fazla dayanamaz beklemeye, basar kornaya. Robert’ın da artık bekleyecek hâli kalmamıştır. Basar gaza ve gider. Hepsi bu kadar. Geriye Franceska’nın hüzünlü çaresizliği kalır, bizim de boğazımızda birer yumru.
İşte o an:
https://filmhafizasi.ams3.digitaloceanspaces.com/THE-BRIDGES-OF-MADISON-COUNTY-1995-Tell-me-again-why-I-should-go-scene.mp4 0 video/mp4
Sevmek… Herkes başka bir anlatımla betimleyebilir bu fiili ve duygudurumunu…Ancak nasıl ki aynı yoldan geçmek o yolu kullanan insanları yoldaş yapmıyorsa , çoğu zaman hissettiklerimizin zaman ile senkronizasyonu asıl hikayeyi yazmamızı sağlıyor.Yaşamı bir yolculuk olarak yorumlayan ve yaşayan ruhlar tabii ki gidecekleri yere odaklanmıyor;tam tersi hiç varılmayacak bir noktaya doğru gidişin yol serüvenini yaşıyorlar.İşte fotoğrafçı dostumuz böyle bir ruha sahipken, kızımız, olması gereken adreste olduğunu sanarak(zorunlu maalesef) varolmanın bilinemez hafifliğini yaşıyor.Buradaki köprünün bir metafor olarak kullanıldığını anlamış olmalısınız . Kesişen hayatların birleşmesi kadar devam ediş süreci ve şeklidir asıl olan hikaye…İşte onun içindir ki bazen yitirerek gerçeği kazanmanın en naif tablosudur bu konu…Mükemmel bir aşk hikayesi. İzlememek büyük bir kayıp olacaktı farkına varamayacağım; yaşantımızda ki bir çok şey gibi.
film de yorum da harika
Teşekkür ederim ?