12 Years a Slave (2013) ile en iyi film dâhil üç Oscar alan yönetmen Steve Mcqueen’in filmi Shame (2011), ana karakter Brendon’un aşk ve cinsellik üzerinden yaşadığı birtakım varoluşsal sorunları, arka planda modern bir kent ve kentin bireyler üzerinde yarattığı baskı ve yalnızlık üzerinden inceler. Filmde, birçok insana göre rüya gibi bir hayat yaşayan Brendon’ın, sahte dostluk ilişkileri ve kız kardeşi üzerinden ailesi ile yaşadığı kopukluklar vurgulanır.
Araçların, açık mekânların %89’unu kapladığı, makineleşmiş, sürekli hareket hâlinde olan ve durmayan, “uyumayan bir kentte” Brendon, kendisinden bile nefret etmesini sağlayacak, zihnini ele geçirmiş hedonizmi bir yana, nefes almak ve belki de bir şeylerden (hatta kendinden) kaçmak için kısa bir koşuya çıkar. Aradığı şey, aslında nefes almasını sağlayacak bir çıkış noktası, akan her şeyin durduğu (zamanın bile) bir yer. Bu yüzden kulaklıklarını takıyor Brendon ve etrafında olup bitenleri, kendi kafasındaki düşünceleri reddederek, bir şeylerden kaçarken bir şeylere ulaşmak için de koşuyor. Koşuyor, koşuyor; fakat arabalar durduruyor onu ve dolaşıp döndüğü yer yine, bazı eşyaları kendisinin seçtiği, bazılarına yarı yarıya razı olduğu, bazıları ise kendisine istemeden verilmiş (ve bir noktada zorunluluk hâline gelmiş) o eşyalarla dolu; bütün katları, bütün daireleri birbirine benzeyen, doğa ya da Tanrı’dan, hatta insanın kendisine bile uzak olan o “ev” oluyor. Yaşadığı yere dönüyor Brendon; ama asla kendini ait hissetmediği, asla “evim” diyemediği bir yere.
Çok sade, görece minimal bir stüdyo dairesinde yaşıyor Brendon. Hayatı bu evde, bu eve benzeyen bir iş yerinde, bu eve benzeyen sokaklarda ve yine bu eve benzeyen barlarda geçiyor. Her şey tekdüze, rengârenk gözüken hayatı aslında oldukça sıradan.
Brendon, tüketmek, sömürmek ve zevk almak üzerine kurulu bir dünyada yaşıyor: Bizim dünyamızda. Günümüzde neredeyse herkesin mutlu olmak için yaptığı sömürü ve tüketimi, o çok uç bir noktadan, kimilerine “aşırı ve yasak” gelebilecek bir noktadan yapıyor; saniyeler süren, fakat alabileceği en ucuz ve en yüksek zevk üzerine.
Brendon koşuyor; o koşarken kendi evinde, pek de yanında olmasını istemediği (acaba gerçekten istemiyor mu?) kız kardeşi Sissy ile ilişkilerinin asla patron-çalışan ilişkisinden öteye geçmeyecek sahte ve zoraki arkadaşı David sevişiyor. Brendon, kız kardeşi ve patronundan mı kaçıyor; yoksa yaşadığı evden, bulunduğu şehirden, bu dünyadan ve en nihayetinde kendisinden mi?
Koşarken belki bütün bunları o da aklından geçiriyor, belki hiçbirini düşünmeyip birkaç dakikalığına hiçlik içinde kayboluyor, bilinmiyor. Steve McQueen, basit bir koşma sahnesi üzerinden bütün bu eleştirileri izleyiciye aktarıyor. Bu sahne, izleyicinin filmin akışından kopup Brendon koşarken bütün bunları düşünmesini sağlıyor. Öyle değerli bir sahne ki bu, filmi izlemeyenler için hiçbir şey ifade etmezken, filmi izleyenler için filmin özeti hâline geliyor.
Kovalama, yakalama ve bırakma üzerine kurulu, kendisini bir tür avcı rolüne koyan bir hayatı var Brendon’ın. Sosyal hayatında taktığı maske, bir yerden sonra erimeye ve gerçek kimliğini ortaya çıkarmaya başlayınca, başka bir hayata başlamak istiyor. Reddettiği, ama bir türlü vazgeçemediği bir oyun bu. Bu reddediş, filmin içinde kendini bir arayışa bırakıyor; fakat bu arayış olumsuz bir şekilde sonuçlanıyor. Sonuçta Brendon, kendinden kaçmaya devam ediyor, bir yandan da kovalamacasına.