Verdiğiniz en basit kararın dahi bir başka hayatın kaderini tümden değiştirebileceğine inanır mısınız? Yoksa basit kararlar, küçük çeperlerde mi etkili olur yalnızca? Böyle bir karar eşiğini deneyimlemiş olun veya olmayın, bir noktayı unutmamak gerekir: En başta hiçbir karar “basit” değildir. Hepsinin öncesinde bir neden ve sonrasında bu karardan etkilenecek bir sonuç vardır.
Bir bilgisayar oyunundan yola çıkılarak beyazperdeye uyarlanan Papers, Please (2018), verdiğimiz kararların kelebek etkisini çarpıcı ve sarsıcı finaliyle anlatan bir kısa film. Aynı adlı oyunun yaratıcısı Lucas Pop ile iş birliği kuran yönetmen Nikita Ordynskiy, kurgusal bir kent olan Arstotzka sınırında zorlu bir savaş sürecini anlatır. Tamamen kurgusal mekânlar, karakterler ve tarihi olaylar üzerine kurulu olmasına rağmen film, gerçek hayatta en çok rastladığımız ve en sarsıcı sonuçlara neden olan “basit” bir olayı konu alır.
1982 yılında sınır komşusu olan Arstotkza ile Kolechia şehirleri arasında altı yıllık bir savaş yaşanmaktadır. Savaşın ortasında göçmen denetim görevlisi olarak çalışan ana karakterimiz, sabah her zamanki gibi bürosuna giderek işine başlar. Hep yaptığı şekilde eşinin ve çocuklarının fotoğrafını masasına koyar öncelikle, sonra ilk göçmeni çağırarak mesaisini başlatır.
Memurun masası ile göçmenler arasındaki cam panel, sahnede kullanılan en belirgin metaforlardandır. Bu panel, memurun olduğu tarafla göçmenleri ayırırken aynı zamanda sosyal bir uçurum ayrımını da temsil eder. Şeffaftır; sözde görünmez yahut fark edilmez bir özelliğe sahiptir bu cam. Ancak gerçekte, bir insanın kaderini belirleyecek sınırın ta kendisidir ve şeffaf görüntüsüne rağmen bir duvar kadar katıdır. Bir tarafında kimlikleri, kim oldukları, “değerleri” yalnızca kâğıtlardaki sembolik isimlerden oluşan göçmenler yer alır. Camın, memurun tarafıyla oluşturduğu sınır, aynı zamanda göçmenlerin umudunun ve sabrının geldiği son noktadır. Her birinin uzattığı kâğıt; harfler ve rakamlardan oluşan bir maddeden ibarettir ve üzerlerinde yazan sembolik dilin izin verdiği ölçüde yaşarlar hayatlarını. Ya geçerler ya da geride kalırlar.
Öteki tarafta ise bu iki yönlü hükmü veren kişi yer alır. Göçmenlerin anlattığı kimi dramatik, kimi zorlu hikâyeye hep aynı ses tonu ve aynı duyarsızlıkla tepki vermektir görevi. Kişisel duygularını işine karıştırmasına izin verilmez, zira kalbine bir “Demir Perde” çekilmesi emredilmiştir. Ancak en başta aile fotoğrafını masasına koymasıyla memurun aslında duygularını da işine karıştıracağının, hem de tıpkı fotoğraf gibi onları da işinin tam ortasına yerleştireceğinin sinyalleri verilir.
İlk gelen kişi, genç bir sınır nöbetçisi olan Sergiu’dur. Tedirgin delikanlı, kelimelerini dikkatle seçerek memura o gün Elisa adında bir kadını beklediğini söyler ve o geldiğinde içeri almasını rica eder. Bu durumun, kendisi için önemini de özellikle vurgular. Memur, Sergiu’ya gerekli güvenceyi verdikten sonra sıradaki kişiyi içeri alır. Mesai, bu şekilde girip çıkanlarla devam ederken içeriye Sergiu’nun beklediği kadın, Elisa gelir. Ancak memur, tüm yalvarmalarına rağmen kadına geçiş hakkı vermez. Zira Kolechia’daki göçmen kontenjanının dolduğu ve daha fazla kimsenin alınmaması gerektiği üzerine bir emir gelmiştir bu sırada. Memur, Elisa’yı geri çevirir. Ne ki genç kadın, ayrılmadan önce memura kalp şeklinde bir kolye verir ve bunu hiç değilse Sergiu’ya ulaştırmasını söyler.
Elisa’nın ardından gelen sonraki göçmenler de “sudan” sebeplerle bir bir reddedilerek geri gönderilir. Bu sahne geçişleri arasında her bir insanın, farklı bir duyguyu yansıtan yüzü ile uzattıkları pasaportların ve içinde yazan harflerle rakamların donuk görüntüsü art arda verilir. Böylelikle göçmenlerin hayatının ve insanî değerinin ancak bu kâğıtlarla sınırlı -ve dahi eş- olduğu ima edilmiştir.
Ardı hiç kesilmeyen göçmenlerin içinden Isaac Robinsky adlı bir adam girer. Memur, bu güven veren adamın yüzünden etkilenerek belgelerini inceler; adamın ibraz ettiği her şey usule uygundur. Sınırı geçmesinde resmî olarak hiçbir sakınca yoktur. Memur da adamın gerekçesini dinledikten sonra inisiyatifini kullanıp adama geçiş hakkı verir. Adam teşekkür ederek hemen ardından da karısının geleceğini, ancak bu tür resmî kurumlarda çok gergin olduğundan üstüne fazla gitmemesini söyler. Memur, adamdan sonra gelen karısının belgelerini incelerken soyadında bir harf farklılığı gözüne çarpar. Kadın, bu durumun daima başına geldiğini, ama hiçbir memurun da işi çözmediğini söyleyerek yakınır. Memur, başta kadına izin hakkı vermekte tereddüt eder. Ancak kadın yalvaran bakışlarla tüm paranın kocasında olduğunu, eğer geçiş izni tanınmazsa evine geri dönemeyeceğini söyler. Bunun üzerine memur, masasındaki aile fotoğrafına göz ucuyla bakarak yine inisiyatif alır ve kadına geçiş hakkı verir.
Merhamet, insana bahşedilen en kıymetli ve özel duygulardan biridir belki de. Annenin çocuğa duyduğu, içgüdüsel merhamet bir yana; insanın tanımadığı bir kişiye dahi merhametle yaklaşabilmesi çok kutsal bir meziyettir. Fakat merhamet, belki de en çok suiistimal edilen ve kötü sonuçlara neden olabilen duygudur aynı zamanda. Özellikle de karar verme mekanizmasına olan etkisi, kararların kolaylıkla yönlendirilebilmesinde adeta bir silahtır. Memurun da bu noktada merhameti sonucu verdiği tek bir karar kendi sonunun başlangıcı olur.
Filmin bu noktasından sonrasına, kurguyu açığa vurmamak için ayrıntıyla değinmemekte fayda var. Ancak memurun “insan olmak/insanca davranmak” ile “emir kulu olmak” arasında kaldığı eşik, kelimenin tam anlamıyla bir hayat memat meselesidir. Memur elbette bundan bihaberdir; fakat günün sonunda yaşadıkları, verdiği hiçbir kararın yalnızca bir mührü kâğıda basmaktan ibaret olmadığını acı bir şekilde ona gösterir.
Böylelikle son sahne, aynı zamanda seyirciye yöneltilmiş bir soruya döner: İyilik ve merhamet, bir emrin infazında verilecek kararlara ne kadar dâhil olmalıdır? Yahut, dâhil olmalı mıdır?
İnsanca davranmanın etiği, yüzyıllardır sıcaklığını koruyan bir tartışma olsa da bu sıcaklık, şüphesiz daha pek çok hikâyeyi de alevlendiren kıvılcım olacaktır. Camın öte yüzündekileri insan olarak kabul etmek veya etmemek, onlara merhamet duymak veya duymamak, en basit ve mikro düzeyinde anlatılmıştır filmde. Peki, tarihe mâl olmuş diktatörlerin ve yöneticilerin verdiği kararlarda da birebir aynı tercih ikilisi üzerine kurulmamış mıdır?
Kâğıtlar, lütfen. Kader damgasını vurmadan önce bir kez daha düşünmek üzere.