Her sanat eseri, imzasını kocaman harflerle taşımaz elbet. Sanatçı, ancak eserinin müdavimlerine kendini ifşa edecek küçük ipuçlarıyla da yetinebilir kendini duyurmak yerine. Söz konusu sinema olunca bu ipuçları da sahnelere yerleştirilen birtakım “imza objeleri,” konular, karakterler veya belirli temalarla gerçekleşir. Özellikle kimi yönetmenlerin, belli temalar üzerinde obsesyon derecesine varana kadar durduğunu, dikkatli izleyiciler olarak hemen fark edebiliyoruz. Peki ya farkına varamadıklarımıza veya çok iyi bildiğimiz yönetmenler arasında takıntılı temalarını gözden kaçırdıklarımıza ne demeli? Filmi başa saralım o hâlde, filmografilerine göz atınca pek çok duayen yönetmenin tema takıntısı olduğunu hemen fark edeceksiniz.
- Lars von Trier: Mücadeleci kadınlar
Günümüzün tartışmalı yönetmenlerinden Lars von Trier, söz konusu sinema üslubuna gelince yine aynı sıcak tartışmaları sürdüren özgün yönetmenlerden. Von Trier’in Avrupa Üçlemesi gibi ilk yapımları, Alman Empresyonizmi’nin ve o zamanlar yaygın olmayan bilim kurgu türünün temel özelliklerinin bir karışımı niteliğindeydi. Sonraları von Trier, realizmi sinemaya taşımaya çalışmış, The Idiots (1998) ve Dancer in the Dark (2000) ile de bu çalışmalarının meyvelerini almıştır. Ardından gelen eserlerinde çeşitli biçimler deneyen yönetmen, en çok kadın başkahramanlarıyla bilinmeye başlamıştır. Bunun en açık örneği, güçlü kadın karakterlerin yer aldığı Golden Hearts üçlemesidir. Zamanla kendini feda eden kadın kahramanlar, von Trier’in imzası hâline gelir.
- Wes Anderson: Küçük ayrıntılar
Wes Anderson, çağdaşları arasında belki de en ikonik Amerikalı yönetmenlerden biridir. Ancak Anderson’ın yapımlarına bakarak demirbaş niteliğindeki yalnızca birkaç önemli objeyi tespit etmek kolay değil. Rengârenk estetik düzeninden karmaşık aile ilişkilerine Anderson’un stili, hem eleştiri yağmuruna tutulmuş hem de dikkatli izleyiciler için keyifli bir bulmaca hâline gelmiştir. Onun ustalığı, kuşkusuz ayrıntılarda gizlidir. Bunun en açık örneklerinden biri, karakterlerinin yaşantısındaki ve içinde bulundukları dünyadaki çok önemsiz ayrıntılara verdiği yerdir. Mektuplar, kitaplar, haritalar, saatler, kişisel eşyalar, kimi sahnelerde objektifin merkezine kurulmuş bir ayrıntılar dünyası oluşturur. Anderson’un her filminde bu ayrıntı sahnesini bulabilir misiniz?
- Stanley Kubrick: Banyo
Sadece bir yönetmen olmanın çok ötesinde Kubrick, sanat tarihinde bir mihenk taşıdır adeta. Yönetmenin az sayıda, fakat oldukça zengin içerikli filmleri, Kubrick kadar özgün birer imza taşır. Filmlerdeki olumsuz veya kötü içerikli bölümler, sahneler, daima bir banyo veya tuvaletle ilişkilendirilmiştir. Örneğin Lolita (1962) filminde Humbert duş almaya hazırlanırken karısı günlüğü bulur. A Clockwork Orange’da (1971) Alex’in eski bir hükümlü olduğu, banyo küvetinde şarkı söylerken ortaya çıkar. The Shining (1980) filminde ise Jack, Overlook Otel’inin iki farklı banyosunda hayaletler tarafından yönlendirilmeye başlar. O hâlde banyo veya tuvalet sahnelerinin yakınlarında aramalı Kubrick’in yaklaşan kötülüğünü!
- Jacques Tati: Modern yaşamın insanlıktan uzaklaşması
Tabiri yerindeyse Fransa’nın Chaplin’i Jacques Tati, içinde bulunduğu topluma dair karmaşık eleştiriler geliştirmek için basitçe pandomim ve komedi unsurlarını kullanır. Tati’nin savaş sonrası Fransa kültüründen duyduğu rahatsızlık, ilk eserlerine de yansımıştır. Jour de Fete (1949) filminde postacı olan başkahramanın, Amerikan Posta Teşkilatı’nın hizmet kapasitesini aşmak için gülünç bir çaba içine girer. Mon Oncle (1958) ve Playtime (1967) filmlerinde ise Tati’nin modern yaşantıyla ilgili hayal kırıklığı ve buna yönelik eleştirisi açıkça görülmektedir.
- Alejandro Jodorowsky: Hadım
Latin Amerika sinemasının en özgün yönetmenlerinden Jodorowsky’nin geniş bir filmografiye sahip olduğu söylenemez. Ancak yapımları oldukça kişisel ve izleyiciye unutulmaz bir deneyim yaşatacak türdendir. Filmlerinde imza niteliğinde kullandığı pek çok unsurun yanı sıra hadım ve sünnet, Jodorowsky filmlerinde önemli bir semboldür. Örneğin El Topo (1970) filmindeki Koronel karakterinde olduğu gibi alfa-erkek karakterler, hadım ritüeliyle başkahramana karşı yenilgiyi kabul etmiş olur. Santa Sangre (1989) El Gringo karakteri ise benzer şekilde karısı tarafından, yasak bir ilişkiye girdiği için öldürülür. Jodorowsky’nin en şaşırtıcı filmlerinden The Holy Mountain’da (1973) hadım, askeri bir grubun üyelerine uygulanan bir ritüel şeklinde karşımıza çıkar.
- Federico Fellini: Kadın
Çoğusu için İtalya’nın en sembolik yönetmenlerinden olan Fellini, filmlerinde çelişkili ve tartışmalı İtalyan kültürü ile yaşantısını yansıtır. Ancak toplum eleştirisi, siyaset, din ve modernitenin getirdiklerine yönelik değerlendirmelerin yanı sıra Fellini’nin filmlerinde öne çıkan temel unsur kadındır. Fakat sıradan kadınları kullanmaz Fellini; onun kahramanları, tıpkı Otto e Mezzo (1963) filminin Marcello’su gibi kişisel bir mahremiyete sahiptir. Bir başka deyişle Fellini’nin imge dünyasında oluşturduğu ideal kadın figürüne uygun şekilde sert, güçlü, anaç bir tiplemedir. Amarcord’daki (1973) tütün satıcısı ve Roma’daki (1972) fahişeler de nitekim bu tiplemelerin benzeridir.
- Akira Kurosawa: Çocukluk ve ölüm
Muhtemelen hiçbir yönetmen, Japon kültürünün eşsiz ve özgün yönlerini Kurosawa kadar açık şekilde yansıtamamıştır. Seven Samurai (1954), Yojimbo (1961), The Throne of Blood (1957) ve daha pek çok filmin yönetmeni, imzasını çocukluk ile ölüm arasındaki zıtlığı resmederek ortaya koyar. 1952 yapımlı filmi İkiru, ölmek üzere olan çocuk ruhlu bir bürokratı konu alır örneğin. Kahramanımız, hayatına anlam katmak için bir oyun parkı yapmaya çalışır. Rashomon’da (1950) ise bu tema, filmin sonundaki cenaze sahnesine yerleştirilmiştir. Yağmur altındaki büyükanne ile yetim bebek unsurları, yaşam ile ölüm döngüsünün temsilcileridir.
- Terry Gilliam: Gerçeklik ve hayal dünyası
Monty Pyhton’s Flying Circus adlı televizyon dizisinden başlayarak Terry Gilliam, kendi anarşik kurgusunu ortaya koymuştur. Toplumun beklentilerini ve gelenekleri parodi ile hicveden yönetmen, İngiliz komedisinin duayenlerinden biri hâline gelmiştir. Yönetmen, Time Bandits, Adventures of Baron Munchausen gibi genellikle seri şeklindeki filmlerinde hayal gücünü farklı amaçlarla kullanır. Filmlerindeki kahramanlar, hayalci veya “manyak” tiplemeler gibi toplumda dışlanan kimselerdir. Ancak böylesi karakterler, yönetmenin hayal gücünü kurguya dahil etmesini kolaylaştırır ve onu özgürleştirir aynı zamanda. Gerçeklikten her ne kadar kopmuş olsalar da Gilliam’ın karakterleri hayatın ironilerini ve absürt durumları daha iyi kavrayarak eleştirir.
- Guillermo Del Toro: Mekanik imgeler
Eserlerinde en çok peri masalları, çizgi romanlar ve korku hikâyelerinden esinlenen Del Toro, gişe rekorları kıran projelerinde din ve inanç konularına ağırlık verir. Ancak Del Toro’yu özgün kılan, büyülü gerçeklik tekniğiyle kurguladığı eserlerinde imza olarak mekanik imgeler kullanmasıdır. Bu imgeler, kimi zaman gerçekliğin yerini alan karakterler olarak karşımıza çıkar, kimi zamansa sıra dışı canavarlara mekanik bir görünüm kazandırılarak verilir. Örneğin Cronos (1993) filmi, böcek şeklindeki bir cihaz etrafında şekillenir. Bu yaratık, ölümsüz bir yaşam bahşeder insanlara; ancak bunu kullananları lanetlemektedir. Hellboy (2004) filminin kötü adamı Karl Kroenen ise Nazi bir bilim insanıdır. Bir tür kara büyü ve birtakım mekanik teknik yardımıyla ölümden tekrar yaşama döner. Pan’s Labyrinth’te (2006) ise Capitan Vidal, bir mekanik imge takıntısının göstergesi olarak babasının cep saatine büyük ilgi duyar.
- Sofia Coppola: Yabancılaşan rahatlık
Gerek Hollywood dünyasının başarılı yönetmenlerinden, babası Francis Ford Coppola’nın etkisi, gerekse erken yaşta kült filmlerde sahne almasıyla Sofia Coppola, sinema dünyasının daima içinde olmuştur. Muhtemelen Hollywood üslubuyla yetişmesi nedeniyle Coppola, yapımlarında ortak bir unsura sıkça yer verir: Çoğu kadınlardan oluşan karakterleri, hemen her şeye sahip olmalarına karşın tatminsizlik ve doyumsuzluk hisseder bu rahat hayat içinde. Birtakım varoluşsal sorunlara neden olan bu rahatsızlık, karakterlere depresif bir hava verir. Sıkıntı ve bunalım, bu karakterleri tanımlayan temel özellikler hâline gelir. Dolayısıyla Coppola’nın yapımlarında rahatlık, yabancı ve istenmeyen, yadırganan bir durumdur.
Başa tarantino koyup tarantinodan bahsetmemek, biraz üzdü