Ve şehir sabah akşam bu gürültüdür,
Baksan minareler, kubbeler görünür
Minyatür bir gök ve serseri bulutlar
Bacalar tütmekte yakından uzaktan
Kuşlar saçaklarda mahzun kanat çırpar,
Usanmış durur damlar göğe bakmaktan
Cahit Sıtkı Tarancı
Sabah, günün ilk ve tek sessizliğini uğurluyor usulca. Doğunun sesi batıdan yankılanıyor sanki. O pencereden bu pencereye çarpıyor uyku mahmuru ışıklar. Sahi, hangi yönden doğuyor güneş? Göğe uzanmış bir renk tepeden tırnağa boyuyor ufku. Araya serpiştirilen birkaç mavi, iplere asılmış mandallar… İşe, güce, adıma, metreye, dakikaya çoktan bölündü zaman. Liste uzun, zaman parçaları hınca hınç dolu. Ne ki uzun soluklu olamıyor günler; solukları bacalar kesiyor. Her saniyeye kâğıttan demirden birer değer biçen saatin çarkına kurulmuş şehir. Çark dönüyor; döndükçe eliyor, ekliyor, eziyor, un ufak ediyor “bütün” olan her şeyi. Evler bölünüyor, odalar ayrılıyor, çekirdeğin sayısı gittikçe azalıyor. Yalnızlık, en kalabalık hâliyle duyurmaya çalışıyor sesini. Toprak, bir tutam parka serpiştirilmiş. Nefes darlığında yeşil. Ayakları yerden kesiyor dev gibi bir hengâme. Koşsanıza ayaklar! Yetişip yakalasanıza! “Daha”nın ötesi, Kaf Dağı’ndan da yüce. Uzandıkça törpülüyor ömrü; en yüksekler, en hızlılar, en büyükler satın alınıyor da, bir derin uykuya, bir sonsuz geceye, bir çift muhabbete biçilemiyor paha. Hayalleri süsleyen o “her şey”i göreniniz oldu mu?
Şehir… Modernizmin inşa ettiği, bir dizi küçük hayat maketi. İhtiyaçlar girdabında tarihi, birikmiş zamanı, bütün bir mekânı bölerek yalnızca “birey”e yetecek kadar yer bırakıyor; bir tabutun payına düşen boşluk kadar. Bireyse tek başına ayakta, tek başına üstleniyor dünyanın yükünü. Bir tek bedene sahipken sayısız kimliği yaşıyor. Yaşıyor… Yaşıyor?
Şehir bir oyun. Şehir bir kurmaca. Şehir bir sahne. Gerçek ile yanılsamanın, somut ile soyutun yer değiştirdiği, insana ait değerlerin ve kimliklerin yeni adlar kazandığı, kumsala serilen hayallerin bir gelip bir gittiği şehir, özel dosyamızda bir beyazperde.