Taşı Toprağı Altın Şehir (1978)
Çok değil; hepi topu, bir göz oda, bir çömlek bulgur aşı, bir çift öküz ve “bir” aile. Azlıkların paylaşmakla çoğaldığı böylesi bir çekirdekle başlıyor hikâye. Başta her şey bereketli toprağın eline bakarken zamanla köyün yarıklı, çamur yollarına bir hayaldir sızıyor usul usul. Yıllar yılı toynakların dövdüğü bu yolları sert, dayanıklı, kocaman tekerleriyle ezip düzleştiriyor. Ve ilk defa ekrana yansıyor bölünmüşlük: Üstte gürül gürül motoruyla bir traktör, vurdukça vuruyor tarağını, tarlayı yek nizam çiziyor; altta Ökkeş (Levent Kırca) ve karısı Fatma’nın (Ayşegül Atik) tüm yorgunluğunu, usancını, gıpta ile bakan bakışlarının hayata doğrultulmuş kırgınlığını sırtlanan kağnı, arsız çamurun cefasına bir batıp bir çıkıyor. Türkiye’de sanayileşme ve beraberinde gelen şehirleşme hareketinin çıkış noktasını, aslında tüm çıplaklığıyla bu tek sahnede gözler önüne seriyor Taşı Toprağı Altın Şehir (1978). Ve Ökkeş’in kardeşi Cemal, tüm köylü adına konuşuyor: “Devir makine devri. Toprak makinenin kölesi oldu, biz hâlâ toprağın kölesiyiz.” Oysa unutuyorlar; hani köylü, milletin efendisiydi?
Yönetmenliğini Orhan Aksoy’un yaptığı ve senaryosunu Erdoğan Tünaş’ın yazdığı film, bir traktör satın alma hayaliyle köydeki evini bırakıp yeterli parayı biriktirmek için fırsatlar, büyük işler, düşleri süsleyen parlak yaşantılar kenti İstanbul’a yerleşen Uyanık ailesinin, şehir içinde eriyip günbegün kayboluşunu anlatır. Uzun bir süredir bir çift öküzüyle işlediği toprağın cefasından usanan Ökkeş, kardeşi Cemal ve Fatma’nın da desteğiyle elindeki tüm mal varlığını satarak düşer İstanbul yoluna. Girişte kocaman bir “İSTANBUL” tabelası karşılar Uyanık ailesini. Mehmet’in küçük tebeşiri, nüfusun son hanesine bir dört daha ekler, böylece tamam olur İstanbul’un kayıp nüfusu.
Her biri yabancıdır bu şehre, rengini yitirmiş gökyüzü manzarasına, naifçe dokunduğu paranın diline; toprağa değil belki, ancak “şehir”in kendisine. Bir süre, kimi zaman kendi değerlerine ters düşen işleyişi kabullenmemekte direnirler. Çeşitli işlere girip çıkar, dürüstlüklerinden ödün vermez, gerekirse insaniyetlerine ve onurlarına dokunan deveyi gütmektense iç huzurlarının olmadığı diyarlardan göçmeyi yeğlerler. Ancak zamanla diz çökmek, boyun eğmek, kabullenmek ve sonunda razı olmak bir mecburiyet gibi görünür. Nihayet bir gün, hep hayalini kurdukları, uğruna taslarını taraklarını bırakıp her şeyi göze aldıkları traktörü satın alırlar; fakat bedelini yalnızca parayla değil, yitirdikleri değerleri, insanlıkları, haysiyetleri, namusları ve her şeyden önemlisi, birbirleriyle öderler. Sonunda ne Mehmet’in çocukluğu kalır geriye, ne Fatma’nın el değmemiş güzelliği, Ökkeş’in umudu, Cemal’in varlığı, ne de onları yoksulluktan, sefaletten, “kölelikten” kurtaracak olan traktör. İstanbul tabelasına tebeşir tozlarıyla iliştirilmiş dört sayısı da silinmeye çoktan yüz tutmuştur. Bir zamanlar “kölesi” olduğu toprağın çamurundan bir avuç alır Ökkeş, yitirdiği her şeyin öfkesini katık edip fırlatır bu isimsiz boşluğa.
Uzun metrajdaki ilk performansı olmasına karşın mizah ile hüznü aynı bakışa oturtan Levent Kırca, Taşı Toprağı Altın Şehir’de usta oyunculuk kariyerinin kapılarını aralamıştır. Yapımını Özdemir Erdoğan ve Arif Sağ’ın üstlendiği müzikleriyle de oldukça ses getiren film, yalnızca Türk kara mizah yapımlarının en başarılı örneklerinden birini teşkil etmekle kalmamış, köyden kente göç eden bir neslin karşılaştığı yabancılaşma, alışma, ayak uydurma ve kimliksel anlamda değişme sürecini de başarılı bir kurguyla anlatmıştır.
Rabia Elif Özcan