Danny Boyle 1994 yılında Shallow Grave ile televizyondan sinema dünyasına geçmiş sonrasında Trainspotting (1996), A Life Less Ordinary (1997), The Beach (2000), 28 Days Later (2002) filmleriyle geniş kitlelere ulaşarak itibarını artırmıştı. 2008 yılında yönettiği Slumdog Milionaire ile de “En İyi Yönetmen” dahil aday olduğu kategorilerdeki pek çok ödülü kazanmıştı. Yönetmenin 127 Hours filmini, 2010 Eylül ayında 54’üncüsü düzenlenen BFI London Film Festivali’nin kapanış filmi olarak anons edilmesiyle birlikte doğrusu merakla beklemekteydim.
Okuyan bilir, Amerikalı genç mühendis Aron Ralston “Between a Rock and Hard Place” kitabında filme konu olan yaşam hikayesini anlatmıştı. Danny Boyle bu hikayeyi “Hayatta, yaşama isteğinden daha güçlü bir istek yoktur.” vecizesi ile güçlendirerek beyaz perdeye aktarmış.
Gerçek yaşam hikayesinden bildiğimiz üzere, Aron Ralston 1975 doğumlu, Amerikalı bir mühendis. Intel’de çalışan, Fransızca bilen, piyano çalan bu genç adam aynı zamanda profesyonel bir dağcı. Hafta sonlarını ve tatillerini kanyonları keşfederek, dağlara tırmanarak, kayak yaparak geçiren Ralston bir süre sonra Intel’i bırakarak kendini tamamen zorlu dağ sporlarına adar, hatta gönüllü arama-kurtarma ekiplerinde yer alır. 2003 yılında, hiç kimseye haber vermeden Utah’ın muhteşem doğasına sahip Blue John Canyon’una kendi deyimiyle “parkta gezinti” yapmaya gider.
Bundan sonrası ise filmin konusunu oluşturuyor: Aron Ralston bir hafta sonu söz konusu kanyona gitmek üzere ihtiyaçlarını hazırlar ve yola çıkar. Kanyon bölgesine vardığında kendisi gibi doğa sporları tutkunu iki kadınla karşılaşır ve onlara eşlik eder. Çoğu kişinin gezmeye dahi cesaret edemeyeceği kanyonlara yeni arkadaşlarıyla korkusuz bir şekilde tırmanan Aron, keşfedilmemiş yarıklardan kendisini bıraktığı boşluğun sonunda bulduğu manzara ile bu çılgınlığın keyfini çıkarır. Tanıştığı iki kadının bir süre sonra kendi yollarına devam etmesiyle günün ilerleyen saatlerine yalnız devam eden Aron, tırmandığı bir kanyonda dengesini kaybedince kolu devasa bir kayanın altında sıkışır. Aron Ralston kaderi ile baş başa kaldığı bu andan itibaren olağanüstü iradesiyle yaşam mücadelesine başlarken düştüğü yarıktan tek parça çıkabilmek için fazla bir seçeneğinin olmadığını anlar.
127 Hours filmine bakıldığında konu esasında oldukça net, bir kaza ve kazazedenin ölümle burun buruna gelmesi karşısında kendi kolunu keserek kurtulma çabası. Fakat Danny Boyle atmosfer, tek mekan, tek karakterle izleyiciyi hikaye ile bütünleştirerek empati köprüsünü kurmayı ve parçalanan çekirdek aile kavramına gönderme yaparak dejenere olan toplum ile buna sebep olan sistemi hedef alarak insanlığın doğa karşısında aciz kalışını gözler önüne sermekten de kaçınmıyor.
Film, “modernite” ve “modernizm” adı altında tüketim toplumuna dönüşmüş hayatları gürültülü bir şekilde seyirciye sunarak açılırken diğer tarafta “Narsizim kültürü”nün bir çocuğu olan ve tüketim toplumunu sembolize eden Aron kendi yalnız dünyasında yola çıkmak üzere hazırlığını yapmaktadır.
Bir dönemin “iyi hikaye” anlayışı üzerine söylenen “Çehov’un silahı” deyişini hatırlarsak filmin başında israf edilerek akıtılan musluk suyunun ilerleyen dakikalarda önemi ortaya çıkacaktır. Modern insanın bencil ahlakı, insan tabiatına terstir. Dünyada ve ülkemizde milyonlarca insan yarı aç ve fakir yaşarken, israf ve açgözlülükle dolu bir tüketim çılgınlığı vicdanları bu deneyimden sonra uzun bir süre daha rahatsız edecektir.
Kişisel ve sosyal bedellerini ödeterek insanları olabildiğince bencil, içlerine kapanık ve kamusal hayattan uzaklaştıran Narsizim kültürünün belirleyici özelliklerinden biri de herkesin “zararsız” meşguliyetler bulması, toplumsal olaylardan kendilerini uzak tutacak hobiler edinmesi, sağlığın ve kişisel gelişimin kolektif bir saplantı haline gelmiş olmasıdır. İnsanlar kendilerine sunulan tüm “imkanları” da sırtlanarak yakın geçmişinden olabildiğince uzaklaşmak için koşmaktadır. Aron da sırf bu yüzden hiç kimseye bir şey söylemeden, adeta insanlardan kaçarak gittiği kanyonda, deneyimli bir sporcu olmasına rağmen kendisini ölüme sürükleyen bu inanılmaz mücadelesinde uzaklaşmak istediği insanların aslında hayatında ne kadar değerli olduğunu acı bir şekilde hatırlayacaktır.
Kapitalizm tüketimi körükleyip arzuları yönlendirirken teknolojiden yararlanır. Teknolojik aletler birer protez gibi, ruhlarımızın ve bedenlerimizin eksiklerini tamamlar. Söylenilen budur, peki gerçekten böyle midir?.. Aron’un deneyiminde, günümüzün endüstri uygarlığını teknosfer (teknolojik evren), sosyosfer (toplumsal evren), enfosfer (strateji evreni) terimleriyle de düşünerek, hayatımızdaki verimliliğini ve ne kadar işe yaradığını seyir esnasında sorgulamak da mümkün olmaktadır.
Filmin duygusal gücü, görsel bir sanat formu olarak onun çekiciliğiyle doğrudan bağlantılıdır.
Aron’ın kurtuluş mücadelesi her ne kadar içsel olsa da Danny Boyle, bu içsel mücadele ile duygusal bir bağ kurabilmesi için geçmişe dönüşlerden yararlanmıştır. Bu zor durumdan kendini kurtarabilmek için bir “süper ego”ya ihtiyaç duyan Aron, çekirdek ailesi ile ilgili her geri dönüşünde kendini yalnız bırakılmış hissetmektedir. Dolayısıyla net bir yol gösterici figür yakalayamadığı için motivasyonu an be an daha fazla düşmektedir, paranoyaları artmaktadır. Ta ki sıçrama tahtası olarak tutunmaya çalıştığı figürü geçmiş yerine gelecekten seçene dek.
“The Texas Chainsaw Massacre“, “Saw“, “Hostel” ve benzeri filmlerle birlikte “şiddet”e artan aşinalığımız ile modern zamanlarda “şiddet” kavramını bir uzaktan kumanda düğmesine basarak geçecek kadar duyarsızlaşmış olmamızdan dolayı, Aron’ın fiziksel acısı birçoğumuzu rahatsız etmeyebilir. Fakat emin olun “alemin bir parçası olmak” duygusunun yitirilişi ve dünyanın orta yerinde yalnız kalma duygusu istisnasız herkesi etkileyecektir.