Fransız sinemasının aykırı yönetmeni Gaspar Noé’nun son meyvesi Climax (2018), seyirciyi kâbusun dar koridorlarında, kan kırmızıların boğucu ışığında uzun bir gecenin bitişsiz yolculuğuna davet ediyor ve bunu yaparken de vahşetin büyülü dünyasını dur durak bilmeksizin çalan plaklar, sinematografi harikası olarak nitelendirilebilecek uzun plan sekanslar ile hazzın kusursuz bir deneyimine dönüştürüyor. Fransa’da prestijli bir dans okulu bünyesinde hazırladıkları görkemli koreografiler eşliğinde gecenin kör saatlerine kadar çılgınlar gibi dans eden bir grubun başına gelen bir dizi talihsiz (!) olay sonucu, bedenlerin arzunun tutsaklığına yenik düşmesi ve bilinçaltı itkilerinin sinsice su yüzüne çıkması ile ölüm ve doğum yönetmenin de söylediği gibi olağanüstü tecrübeler hâline geliyor ve insanın dünyadaki gelgeçliği, yaşama tutunmak istediği her saniye karşısına dikilerek onunla âdeta alay eden silik bir hafızaya dönüşüyor.
Filmin açılış sekansında bir televizyon ekranı vasıtası ile kendilerini tanıtan dansçılarla karşılaşıyoruz. Dansçılar hakkında elde ettiğimiz bilgiler onların toplumsal kimlikleri, ideolojileri ve aidiyetleri noktasında birtakım fikirler yürütmemize yol açarken; hayattaki motivasyonları, korkuları ve hayalleri ile ilgili de pek çok ipucu elde etmemizi sağlıyor. Birazdan kapısından içeri girecek olduğumuz coşkulu partinin girizgâhının bir cam ekran gerisinden yapılması yönetmenin modern dünyamız ile ilgili verdiği mesajlar açısından da oldukça dikkat çekiyor. Zira gerçekliği, dış dünyada yaşananları sıklıkla bir ekran gerisinden izleyen modern insan, bu dünyada neler olup bittiğine dair elde ettiği fikirler hususunda da oldukça yapay bir tavır takınıyor. Bu tavır genellikle yaşanan vahşet görüntülerine karşı hissizleşmeyi, gerçeği deneyimleme noktasında körelen bir bilinç durumunu ve duyarsızlaşmayı temsil ediyor. Başta Avrupa olmak üzere refah içerisindeki diğer tüm uygarlıklar bazında yaşanan bu kitlesel dönüşüm; filmde oluşturulan ironik bir çerçevenin gerisinden, seyircinin yaşayacağı tatsız bir deneyim şeklinde, meydan okuyucu politik bir ritüel olarak konumlandırılıyor aynı zamanda. Çünkü bu sefer kaos tam da büyük uygarlığın, parlak geleceğin kaygısız yuvası Fransa’nın metafor olarak temsil edildiği, ormanın içerisindeki terk edilmiş ıssız bir binada gerçekleşiyor; güvenli alan sangria içerisine karıştırılan LSD ile bir anda ters yüz ediliyor ve karmaşa, topluluğu en güvendiği yerden vuruyor: kendisinden.
Televizyon ekranından izlediğimiz röportaj kayıtları içerisinde dikkat çeken bir diğer nokta Amerikan ekolüne olan gizli hayranlık ve mesafeli duruş oluyor. Avrupa’nın Almanya, Fransa gibi lider konumda sayılan ülkelerinden gelen dansçılar, sanatın ve dansın sonsuz kudreti ile hâkimiyetin, medeniyetin yeniden dizaynının başat aktörlerinden olmayı hedeflerken tarihin eski zamanlarından beri sömürgeleştirilmiş olan, günümüzde postkolonyalist yoldan bu saldırılara maruz kalmaya devam eden siyahiler ise Amerika’yı kafalarında bir hayal ülkesi olarak konumlandırıyor ve bu durum bizi uygarlık inşasının ilk dönemlerine geri götürüyor. Fernand Braudel Uygarlıkların Grameri isimli kitabında bu yapıların ortak zihniyetlerin, motivasyonların ve kültürel kodların tohumu olduğundan bahsederken şöyle diyor: ‘’Her dönemde, dünyayı ve şeyleri temsil etmenin bir biçimi, egemen bir ortak zihniyet, toplumun tüm kitlesini harekete geçirmekte, ona nüfuz etmektedir. Tutumları dikte eden, tercihleri yönlendiren, önyargıları köklü hâle getiren, bir toplumu eğip büken bu zihniyet, tamamen bir uygarlık olgusudur. Bu zihniyet, bir dönemin tarihsel ve toplumsal koşullarından çok, çoğu zaman âdeta bilinçaltı olan inanç, korku ve endişelerin uzak mirasının ürünüdür, yani tohumları geçmişin içinde kaybolan ve kuşaklar boyunca aktarılan muazzam bir aşılanmanın ürünüdür. Toplumun sahip olduğu başat değerler, psikolojik yapılar, uygarlıkların birbirine en zor aktarabildikleri şeylerdir; bunlar, uygarlıkları birbirlerine nazaran soyutlayan ve ayıran en iyi unsurlardır. Ve bu zihniyetler, zamana karşı da dirençlidirler. Yavaş değişimler, uzun ve bilinçsiz kuluçkalanmalardan sonra dönüşürler.’’
İşte filmde bir modern dünya figürü olarak karşımıza çıkan dansçıların bu müthiş gösterinin mimarları olarak Fransa medeniyetini yeniden ayağa kaldırma, başta Amerika olmak üzere diğer dünya ülkelerine bunu kanıtlama ve kabul ettirme çabası, geçmişten alınan bir meşalenin uygarlık yarışında en önde taşınmaya devam etmesine hizmet eden bir düşünce olarak karşımıza çıkıyor. Avrupa Amerika’yı her defasında yeniden keşfe çıkıyor, kendisini öte dünya aktörlerinden soyutlayan başkalaştırıcı tavrı ile gıpta edilen bir basamağa yerleşerek aşağıdan kendisine bakanları kibirli bir tavır ile selamlıyor. Şüphesiz Braudel’in de söylediği gibi öteki, yeni bir kavram olmaktan ziyade, Eski Çağ Yunan tecrübesine kadar uzanan bir serüveni kapsıyor.
Dansçıların röportaj görüntüleri sonlanıp kendimizi partinin karanlık atmosferi içerisinde bulduğumuz an karşımıza çıkan, sahnenin gerisine asılmış pırıltılı bir Fransız bayrağı bu noktada elbette ki bir tesadüf olmaktan çıkıyor. Dünyanın her köşesinden -baskın olarak Avrupa’dan- gelen dansçılar pek çok farklı ırk, din, etnik ve kültürel grubu temsil etmeleri açısından çok uluslu bir Fransa portresi çizmeyi başarıyorlar. Climax’de Fransız bayrağının beyazı, temsil ettiği barış ve eşitlik sloganlarına sadık kalır biçimde uçsuz bucaksız uzanan bir kar görüntüsüyle özdeşleşiyor ve beyaz, bayrağın bir diğer rengi olan kırmızıya boyanarak milliyetçiliğin, kardeşliğin ve kollektif bilincin tezahürü olarak somutlaşıyor. Filmde hamile olduğunu fark eden bir kadın dansçının bebeğini kendi elleriyle düşürmeye zorlanması sonucu başlayan çıldırma hâli, sabahın ilk ışıkları altında, karın yüzeyini kanıyla kırmızıya boyayan aynı kadının çığlıklarını duyduğumuz kapanış sekansına kadar kesintisiz olarak devam ediyor. Barış ve huzur yerini kaosa bırakırken yönetmen böyle bir dünyaya çocuk getirme fikrinin diğer her şeyden daha mantıksız bir şey olabileceği noktasında da seyircinin kafasında soru işareti yaratmayı başarıyor. Zira dansçıların da yanlışlıkla içtiği LSDli sangriayı içen, annesinin olası saldırılardan korunması için kilitlediği odada uyuşturucu yüzünden gördüğü halüsinasyonların etkisiyle oldukça yüksek bir elektrik akımına kapılarak yanlışlıkla (!) ölen küçük bir çocuk, çağımızda ebeveynin çocuğunun kötülükle tanışma noktasındaki koruyucu tavrının işlevsizliğini ve anlamsızlığını da acı bir ironi ile gözler önüne sermiş oluyor.
Böyle bir atmosferde dünyaya gelmeden öldürülen bir bebeğe yapılan şeyin iyilik olup olmadığı ikilemi ise Gaspar Noé’nun aykırı dünyasınının keskin sınırlarında var olmaya devam ediyor. Beyazın kucaklayıcı temizliğine ve masumiyetine atılan ikinci bir kişi, olanların tüm sorumlusu ilan edilen Müslüman dansçı Omar (Adrien Sissoko) oluyor. İnancı sebebiyle içki içmeyen tek kişi olduğu için şüphe oklarını üzerine çeken Omar, topluluk tarafından öfke ile dışlanarak binadan atılıyor ve donarak ölüyor. Omar’ın başına gelen talihsiz durum filmde sahnenin gerisindeki bayrağı göstererek onu görmeye daha fazla tahammülü kalmadığını söyleyen bir başka siyahi dansçıyı hatırlatıyor. Sınırların ortadan kalktığı, küreselleşmenin siyasi, ekonomik ve kültürel anlamda tüm dünya dinamiklerini yerinden oynattığı günümüz konjonktüründe Fransa oldukça stratejik bir yerde konumlanıyor. Filmde bayrağı göndere çekilen ülke olması sebebiyle olaylarla kurduğu ilişkiler açısından nispeten öne çıkan konumuyla Fransa, televizyon metaforunda olduğu gibi tüm Avrupa’da yükselen neofaşist aşırı sağcı söylemin temsilcisi oluyor fakat aynı zamanda yaşananların tüm batı coğrafyasının geçmişinde ve bugününde yer aldığı gerçeği, seyircinin zihninde yer etmeye devam ediyor. Daha evvel bahsettiğimiz ortak zihniyet ve bilinçaltı hususu burada da kendisini açık ediyor ve din, uygarlıkların zihniyet alanlarını temsil eden en güçlü aktör hâline geliyor. Özellikle 2000 sonrası meydana gelen ekonomik krizler ve savaşlar, üçüncü dünya ülkelerine mensup pek çok vatandaşın yurtlarını terk etmelerine ve yeni arayışlar ile Avrupa ülkelerine göç etmelerine sebep oldu. Göç, bir dizi sorunu beraberinde getirirken yaşanan ırkçı saldırılar, ötekileştirici ve baskıcı tutum Fransa gibi modern ülkelerde kılıfı değiştirilmiş ancak özü itibarıyla aynı kalan bir sömürü düzeninin kemikleşmesine yol açtı. Fransa bu noktada azınlıklar üzerinde uyguladığı asimile edici entegrasyon politikalarıyla sert eleştirilerin odağı oldu ve ‘’kültüralist’’ bir yaklaşım ile kendi değerlerine, normlarına uyum sağlanmasını açık düzenlemeler ile zorunlu hâle getiren baskıcı batının baş ayaklarından biri olması ile suçlandı. Uyumlaşma politikalarının azınlıklar üzerinde dikte edici yaklaşımlara bürünmesi, direnç gösteren ya da alt kültürü ve inancı noktasında genelin kabul gördüklerinden uzaklaşan grupların saldırgan nefret söylemlerinin odağına yerleşmesine sebep oldu. Bu durum elbette pek çok çelişkinin kapısının aralanmasına yol açtı.
Birinci çelişki herkesin tahmin edebileceği gibi ulusal değerlerini eşitlik ve barış üzerine kuran Fransa’nın Avrupa dışı topluluklara yönelik şiddet eylemlerine sebebiyet veren tavrı olurken; ikinci çelişki ise gücün bu bastırılmış azınlıkların eline geçmesi dâhilinde biriken kinin dışa vurulmasının kaygı duyulacak bir dizi olaylara sebep olmasıydı. Nitekim Climax’de, cennete gitme hayali ile yaşayan Omar’ın dikenli yollardan geçmeden arzusuna kavuşmasının mümkün olmadığını gözler önüne seren ironik ölümü, uyuşturucu etkisindeki öfkeli siyahiler tarafından dövülerek alnına sırf beyaz olduğu için Nazi işareti çizilen David (Romain Guillermic)’in başına gelenlerden pek de farklı bir trajiklikte değil. Zira yüzyıllardır ten renkleri sebebiyle pek çok işkenceye ve dışlanmaya maruz kalan siyahilerin gücü ellerine aldıkları ve çoğunluğu ele geçirdikleri ilk an; olanların sorumlusu olarak gördükleri sembolik bir beyazı alaşağı ederek alnını Nazi işaretiyle damgalamaları başka perspektifler ışığında okunabilecek iktidar- güç ilişkisini açığa çıkarması açısından bir hayli önem taşıyor.
Uyuşturucu ve sangria filmde insanların bilinçaltlarının karanlık dehlizlerinde gizledikleri öfkeleri, saldırgan cinsel tutumları, cinsel eğilimleri ve hayvanî güdüleri ortaya çıkarması açısından ufak bir yardımda bulunuyor sadece. Yaşanan kaosun sebebinin yalnızca uyuşturucu etkisindeki beyinler ve halüsinasyonlar olduğunu düşünmek; 2018 yılının dünyasında pek çok tahammül edilemeyecek kötülüğe -ya da gizli bırakılmaya, bastırılmaya çalışılan şeye- rağmen pozitif kalarak, iyilik dolu hislerle çevresini kucaklamak isteyen Pollyannalar için komik bir çıkarıma dönüşüyor yalnızca. Filmde, gölgelenmiş ve bastırılmış olarak nitelendirilen bilinçaltına ait pek çok şey kontrolün elden kaybedilmesiyle birlikte su yüzüne çıkıyor ve insanlık uygar olmaya çalışırken bastırdığı hayvanî doğası ile hiç beklemediği bir anda yüzleşiyor. Alevler içerisinde yanarak ölen bir kadının çığlıklarına karşılık kahkahalar, yardım etmenin çok gerisinde kalan şaşkın bakışlar bu karanlık doğanın gerçeğiyle yüzleşmemiz açısından biçilmiş kaftan oluyor. Küçük bir çocuğun yüksek voltajlı elektrik akımına kapılarak ölmesi, bir kadının karnını yumruklayarak bebeğini düşürmesi gibi rahatsız edici ayrıntılar tam da bu noktada bizlere Gaspar Noe’nun sinema ile ilgili fikirlerini yeniden hatırlatıyor: ‘’Filmlerin çok sert dendiğinde ben de cevap olarak izleyicinin fazla yumuşak olduğunu söylüyorum.’’ Yönetmenin bahsettiği yumuşaklık, insanın bilinçaltında dolaşanı açığa çıkmaya çalıştığı her an sertçe bastırışına koyduğu kaçamak bir adlandırma mı; bunu bilebilecek tek kişi yine insanın kendisi oluyor. Bilinçaltının erişilmesi güç noktalarını aydınlatma hususunda pek çok söyleme imza atan Freud, filmde ensest bir ilişkinin baş göstermesiyle birlikte kanlı canlı bir surete bürünüyor âdeta, şüphesiz bu durum Noé için ilk değil; son da olmayacak gibi görünüyor. Yarışmacı kıskançlık olarak nitelendirilen bu durum bireyin sevdiği bir şeyi ya da birini rakip gördüğüne kaptırma düşüncesi sonucu acı çekmesi ile ortaya çıkıyor. Kız kardeşini yakın arkadaşından kıskanan ağabeyi uyuşturucu etkisi ile sonrasında pişmanlık duyarak af dileyeceği tehlikeli girişimlerde bulunuyor kız kardeşine karşı ve suçluluk hissi bu noktada yarışmacı kıskançlığın meyvesi olarak somut bir düzlemde tüm belirginliği ile seyirciyi selamlıyor. Sabahın ilk ışıklarına dek süren bir kaosu, belki dehşete kapılarak belki de hazzı doruklarda yaşayarak deneyimleyen seyirciye tarifi güç hisler yaşatıyor Gaspar Noé. Sinemanın yaramaz çocuğu bitişsiz bir partide bazen sonsuza dek çalacakmış hissi uyandıran bir plak, bazense sangriaya daldırılan davetkâr bir bardak misali dolaşıyor ekranın hayalet köşelerinde ve Climax, filmin başında ekranda beliren bir cümleyi bilinci keskin bıçak darbeleriyle darmaduman eden bir katil gibi, bedenin gerginlikten kasılmış aciz varlığına armağan ediyor: ‘’Doğum ve ölüm olağanüstü tecrübelerdir. Yaşam ise gelip geçici bir zevktir.’’