Amores Perros (2000), 21 Grams (2003), Babel (2006) ve Birdman (2014) gibi başarılı filmlere imza atmış usta yönetmen Alejandro González Iñárritu’nun dördüncü uzun metrajlı filmi Biutiful (2010); diğer filmlerde izlemeye alıştığımız, gerek yaşam tarzı, maddi olanaklar, gerekse kişilikler bakımından birbiriyle ilgisi olmayan, apayrı hayatları bir şekilde kesiştirme konusunda ustalaşmış hikâye ve kurgu yapısından uzaklaşıyor bambaşka bir tarz yakalıyor.
Iñárritu, hayatın rutini içerisinde belki de çoğu zaman gözden kaçırmış olabileceğimiz olasılıkların üzerine düşünmemizi sağlayan filmlerindeki ustalığından hiçbir şey kaybetmeyerek, bu kez tek bir kişinin yalnızca kendi hayatı için verdiği mücadelenin derinliklerini aktarıyor beyazperdeye. Bu hikâyenin diğer filmlerinden farklı olmasının sebebi birlikte çalıştığı senarist Guillermo Arriaga ile yollarını ayırmış, ilk kez biraz da kendi geçmişinden esinlenerek yazmış olduğu bir senaryoyu hayata geçirmiş olması.
Biutiful, Barcelona’nın cıvıl cıvıl sokaklarına uzaktan bakan öteki mahallelerde, iki çocuğuyla birlikte hayatını sürdüren, yasa dışı işlere bulaşmış; fakat hiç o işlerin adamı olmayan, aynı zamanda inançlı hatta inancı konusunda özel yeteneklere sahip olduğunu düşünen, izleyiciye de bunu zaman zaman kanıtlayan Uxbel’ın hikâyesini konu alıyor. Javier Bardem, hayat verdiği Uxbel karakteriyle 2010 yılı Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazanmış, bu filmde devleşen oyunculuğunu değerli bir ödülle taçlandırmıştır.
Filmin ilk dakikaları, karlarla kaplı bir ormanda iki kişinin biraz gerçek biraz da rüya hissi uyandıran garip bir diyaloğuyla açılır. İlk etapta pek bir anlam ifade etmeyen bu diyalog, film süresince anlam kazanmaya başlar. İlk sahnede izlediğimiz iki kişiden biri olan Uxbel’in yaşantısına dâhil oldukça, aslında yaşama ihtimali çok uzak gibi görünen bir hayatın bile her ânında insanın kendi yaşamından bir şeyler bulabilmesinin cezbedici tarafı ortaya çıkar. Hikâye boyunca ana karakterin kendi seçimleri ve kaderinin getirdikleri arasında yaşadığı çatışmanın oldukça gerçekçi bir yapıyla aktarılması, izleyiciye empati şansı sunar ve filmi etkili kılar.
Uxbel bir nevi yasa dışı ‘iş ve işçi bulma kurumu’ olarak çalışmaktadır. Merdiven altı bir fabrikada korsan DVD ve çanta imalatı için kaçak işçi bulan ve her şeyin sorunsuz ilerlemesi için polisle iş birliği yapan bir aracıdır. Bu durum, filmin Uxbel’in yaşantısı üzerinden birçok toplumsal soruna da değinmesini kaçınılmaz hâle getirir. Iñárritu’nun tüm filmlerinde gördüğümüz dramatik anlatım şekli, bu sefer para ilişkisi üzerinden belirlenen bir düzene eleştiri unsurlarıyla, sosyalist bir bakış açısıyla harmanlanmış.
Dünyaca ünlü festivalleri, plajları, restoranları ve gece hayatıyla bilinen, hatta dünyanın en çok ziyaret edilen üçüncü ülkesi İspanya’ya hiç çekici olmayan arka sokaklarından, varoş mahallelerinden bakan yönetmen, sanki gözlerimizin önündeki perdeyi indirmek ister gibi, büyük kentlerde var olan yoksulluğu, karanlığı, göçmen sorununu ve aile dramını en keskin diliyle önümüze koyup çekiliyor.
Örneğin, bazı insanlar ölüm tehlikesini göz önüne alarak doğup büyüdükleri yerlerden çok uzakta, hayatta kalma mücadelesi sürmeye mahkûm edilir, itilip kakılırken, daha şanslı olan diğerlerinin bunu görmezden gelmesi, polislerle işportacıların kovalamacasını izlediğimiz bir sahnede oldukça başarılı kamera açılarıyla izleyiciye yansıtılıyor. İşportacılar, kafelerde oturarak ‘normal’ hayatlarını sürdüren insanların garip bakışları eşliğinde koşarken ya da elinde alışveriş torbasıyla yürüyen diğer ‘normal’ insanlara çarparak kaçarken, hedeflediği ülkeye varamadan denizde boğulan onlarcasına da aynı bu şekilde bakıyoruz, der gibi.
Filmde teknik unsurlarla sosyal yapıya eleştirel bir yaklaşımın getirildiğini de görüyoruz. Örneğin bahsi geçen kovalamaca sahnesi, kocaman bir Nike logosuyla açılıyor. Kapitalizm, tüm kuşatıcılığıyla ekranı kaplıyor. Ardından kamera aşağı tilt hareketiyle logonun altına indiğinde hemen orada tezgâh açmış sahte ürün satan ve zabıtanın gelmesi ihtimaline karşı devamlı tedirgin gözlerle bakan Afrikalı göçmenler görüntüye giriyor. Filmin başından itibaren Uxbel’in ne iş yaptığını çeşitli diyaloglardan anlıyoruz fakat ilk kez bu sahnede yaşananları tüm gerçekliğiyle görebiliyoruz. Onun her türlü tehlikeyi göze alarak polislerle ne için iş birliği yaptığı ve neden hayatının büyük bir kısmını merdiven altı, karanlık ve garip insanlarla konuşarak geçirdiği ilk kez gün ışığında, temiz denebilecek bir sokakta, izleyicinin kendisini rahat hissedebileceği bir atmosferde, çarpıcı şekilde ortaya çıkıyor.
Nitekim polisle işbirliği yapılmış olsa da, hemen ardından izlediğimiz bu sahnenin sonunda polisler, Uxbel’in arkadaşının da aralarında bulunduğu işportacıları yakalayıp hapse atarlar. Uxbel onları koruyamadığını düşünerek suçluluk duymaya başlar. Ayrıca sahte ürün imalatı yerini daha kârlı bir iş olduğuna karar verdiği inşaat işine devreder.
Ana ve Mateo adındaki iki çocuğuna bakmakla yükümlü olan Uxbel’in bu zor yaşantıya rağmen hayata aslında ne kadar bağlı olduğu, hastalığının onu birkaç aydan fazla yaşatmayacağını öğrendiğinde anlaşılır. Hem hayata yeniden tutunmak ister gibi hem de hiç kabullenemediği ölüme yenilme ihtimalini göz önünde bulundurarak, ayrı olduğu eşi Marambra’nın yanına taşınır. Kendisine ve ailesine ikinci bir şans verir; çünkü kendisi gittikten sonra geride mutlu bir aile bırakabilmek ister. Fakat eşinin ayrılmalarına neden olan alkol sorunu tekrar baş gösterdiğinde, bunun kötü bir fikir olduğunu anlar ve yine çocuklarını da alarak eve geri döner.
Bu sırada eline geçen bir miktar parayla, inşaat işi için aracılık yaptığı göçmenlerin kaldıkları bir bodrum katına soba alır. Bir müddet sonra soba yüzünden zehirlenerek ölen işçiler, Uxbel’in en başta yaşanan zabıta krizinde olduğu gibi, kendini yeniden suçlamasına ve ölüm duygusuna daha çok yakınlaşmasına neden olur.
Kendisini ruhen ve fiziken güçsüz bırakan amansız hastalığını sürekli iteleyerek ayakta durmaya çalışan Uxbel, aynı dünyada yaşayan bize, benzer bir hayatın içinde debelendiğimiz gerçeğini de hatırlatmak ister. Yaptığı onca geri dönülmez hataya, cahilliğine, yasadışı işlerine rağmen onun farklı bir tarafı vardır. İzleyici kötü adam sıfatını yakıştıramaz ve film boyunca Uxbel’i sevmeye devam eder.
Hayat, Uxbel’in hastalığı ilerledikçe ona yardım eden birine ihtiyaç duyması kadar umutsuz, son günlerinde ve öldükten sonra çocuklarına sahip çıkan kadının, zabıtalar tarafından yakalanan arkadaşının karısı olması kadar da umut doludur. Tıpkı hayatın hepimiz için biraz siyah, biraz da beyaz olması gibi…
Gökçe Bilgiç
Emekli olmama az kaldığı için yeni hobiler edinmek adına biraz araştırma yaparken sitenize rastladım. Oldukça detaylı çalışmalarınız var. Bundan sonra sitenizi takip edeceğim. Elinize sağlık…