Stalin Sonrası Sovyet ve Rusya Sineması
Stalin’in ölümünden sonra 50’ler ve 60’larda Sovyet Rusya kültür ve sanat alanında görünürde gelişmiş ve kendini uluslararası etkenlere açmıştı. Kruşçev çözülmesi adıyla anılan, Stalin dönemi sansürlerin ve baskıların azaldığı bu dönemde doğal olarak Sovyet Sineması da elle tutulur biçimde gelişmiş ve Fransa ve İtalya’daki yeni dalga akımlarından etkilenmeye başlamıştı. Batı’yla bu kültür teması yönetmenlerin farklı bir yönde gelişebilmesine imkan vererek Stalin dönemi ağır propaganda filmlerinden uzaklaşabilmelerini sağladı.
Bu dönemin şüphesiz ki, en çok tartışılan, eleştirisi ve analizi yapılan yönetmeni Andrey Tarkovski’ydi. İlk uzun metraj filmi Ivan’s Childhood’da (1962) bile savaşta geçen bir çocukluğu anlatsa da bunu savaşın fizikselliğinden son derece uzakta ve yoğun bir kişisellikle yapmış olması diğer savaş filmlerinden ne kadar uzak olduğunu kanıtlar. Bu film Venedik Film Festivali’nde ödül alarak Tarkovski’nin uluslararası ününün başlangıcını işaretler. Yine de, Tarkovski’nin Sovyet değerlerine uzaklığı, en azından devlet tarafından algılanmış bu uzaklık, daha sonraki filmleri için bir tehdit oluşturmuştur. Andrei Rublev (1966) ve Mirror (1975) birçok zorlukla ekranlara taşınabilmiştir. Sovyet yetkililer Andrei Rublev’in defalarca kesilmesini istemiştir; çünkü 15. Yüzyılda bir simge ressamının baskı altındaki yaşamını anlatan, sanatsal, politik ve dinsel özgürlüğü kutlayan bu film doğal olarak 20. Yüzyıl Sovyet dünyası hakkında da bir şey söyler. Mirror ise fazla anlaşılmaz, fazla elitist olarak algılanmış, Rusya’yı yansıtmayan ve gereksiz derecede sürrealist bir film olarak görülmüştür– her ne kadar doğrusal olmayan anlatısında savaştan izler taşısa da. Bu yüzden ekranlara taşınması uzun zaman almıştır. Tarkovsky aynı Solaris (1972) ve Stalker (1979) ile bilim kurguyu şiirselleştirmiş ve kişiselleştirmiştir– onun için her şey bir inanç karmaşasıdır. Şiirsel sinemanın öncülerinden olan Tarkovski ne anti-Sovyettir ne de tam Sovyet değerlerine uyar– o sadece modern dünyadaki inanç ve özgürlük eksikliğini yansıtmak ister. Ülkesinde film çekmesi zorlaşınca da hayatına ve filmlerine İtalya’da devam eder, Nostalghia (1983) ve Sacrifice’da (1986) anavatana ve saf inanca duyulan özlem son derece belirgindir.
Brezhnev dönemi yine baskı ve sansürle birlikte gelir; sonra Gorbachev dönemi yine sanatsal özgürlüğü yeniler– yönetmenler tekrar göreceli bir özgürlükle üretmeye başlar. Glasnost denen bu dönemin tam başında çıkan Elem Klimov’un Come and See’si (1985) belki de tüm zamanların en etkileyici ve tüyler ürperten savaş karşıtı filmidir. Bu film birçok yönden Ivan’s Childhood’u anımsatır, fakat Tarkovski’nin aşırı içselliğine karşı Klimov fiziksel şiddeti de izleyicisine yansıtır– hatta yaşatır demek daha doğru olur. Sosyalist ve şiirsel gerçekçiliği birleştirerek neredeyse izleyici birinci şahıs pozisyonuna zorlayan, tekrar izlemesi neredeyse imkansız, cesur bir filmdir. Glasnost dönemi “Sovyet” sinemasının son demlerini işaretlemiş, Klimov gibi yönetmenlerin Sovyet gerçekliğini ve savaşın dehşetlerini olabildiğince kötücül bir anlatıyla yansıtmalarıyla birlikte sanatsal dönüşümü başlatmıştı.
Glasnost dönemi sonrası önemli yönetmenlerden biri de Alexander Sokurov’dur. Tarkovski’yle tanışıp Mirror’dan etkilenerek birçok film üretir– tabii ilk filmleri, özellikle de belgeselleri, Sovyet yetkilileri tarafından yine bastırılmaya çalışır. Tarkovskii gibi Sokurov da doğrusal olmayan deneysel ve şiirsel filmleriyle ön plana çıkar. Yani gerçekliği olduğu gibi yansıtma gibi bir derdi yoktur. Her ne kadar böyle bir amacı olmasa da, politiklikten asla uzak değildir– hatta politik güçle ve diktatörlerle ilgili yaptığı, Moloch (1999), Taurus (2001), The Sun (2005) gibi bir çok filmi vardır. Doğal olarak, Rusya’da yapılan ve geçen bir film, apolitik olamaz. Bu Sokurov için geçerli olduğu gibi, ondan sonra denebilecek Andrey Zvyaginstev gibi yönetmenler için de geçerlidir. Sovyet Rusya’daki baskı, her ne kadar farklı bir şekilde olsa da, modern Rusya’da da vardır. Zvyaginstev’in filmleri Rusya’yı kötü yansıttığı gerekçesiyle çoğu kez devlet ve eleştirmenler tarafından tepki almıştır. Leviathan (2014), yönetmenin en çok konuşulmuş ve Oscar adaylığı bulunan film, belki de bu konudan en çok etkilenen işidir. Venedikte Jüri Ödülü’nü alan Loveless (2017) bile görünüşte politiklikten son derece uzak olmasına rağmen Rusya’daki sevgisizlik ve kayıtsızlığı yansıttığı gibi okumaları bulunmaktadır; ki bu, Sovyet sinema tarihi düşünülürse, çok da akıl dışı değildir.