Almanya Sineması
Yedinci sanatın büyüsü anbean kitleleri etkilemeye ve tesiri altına almaya devam ederken, Almanya’ya da ulaşması geç olmadı. Komşu ülke Fransa; sinemanın doğuşuna ev sahipliği yapmasıyla bir nevi konvertör görevi görüyordu. Ve bu yeni buluş, yavaş yavaş Almanya üzerinden sinemaseverlere göz kırpıyordu. Dışavurumculuk akımını başarıyla temsil eden ülkenin genç jenerasyonu, yeni nesil Alman yönetmenleri ve onların sanat değeri yüksek, güçlü motivasyonu bulunan yaratıcı sinema ilkelerini destekliyordu.Artık güçlü bir Alman sineması doğuyor ve bu hususta herkes kendi vizyonunu yaratıyordu.
[1] 28 Şubat 1962 tarihli Oberhausen festivali sırasında genç sinemacılar bir bildiri yayınladılar. Fransız Yeni Dalga akımı ile İngiliz Özgür Sinema anlayışından esinlendiği anlaşılan ve sinema tarihine “Oberhausen Manifestosu” olarak geçen bildiri; Alman sinema sanayiinin çöküşünü vurguladıktan sonra, Alman sinemasının geleceği’nin uluslararası festivallerde ödüller almış kısa filmcilerin elinde olduğunu öne sürüyordu. Bildiride şöyle deniyordu: “Alman sinemasının geleceği yeni bir sinema dili ile konuştuklarını kanıtlamış olanların ellerindedir. Amacımız yeni Alman kurmaca sinemasını yaratmaktır. Eski sinema öldü. Bizler yeni sinemaya inanıyoruz.”
İdealistlerin bu girişimi kendilerine Almanya dışında da destekçi buldu. Yeni akım; bir çığ gibi büyüyor ve alman sineması için umut vadediyordu. Oberhausen Manifestosu ardından 1965 yılında Kuratorium Junger Deustcher Film (Genç alman Sinemasını Geliştirme Kurumu)’in kurulmasıyla heyecan verici işlerin beyazperdeye aktarımı sağlanmaya başladı.
Yeni dönem sinemacıların beslenebilecekleri çeşitli entelektüel varyasyonlar vardı. Alman tiyatrosunun babası Bertolt Brecht, daha sonra ekolleşen ‘Brechtian yaklaşım’a adını veriyor ve bu hususta sanata yeni bir soluk getiriyordu. Alman yönetmenlerin bu dönem filmlerinin bazılarında söz konusu Brecthyen yaklaşım’ın görülmesi sugötürmez bir gerçekti. Seyirciyi yabancılaştırma durumunun temele alındığı bu yargı, izleyenlere eserin (tiyatro ya da sinema filmi fark etmez) bir kurmaca olduğunu ve gerçeklerin bilincine varılması gerektiğini vurgular nitelikteydi.
Rainer W. Fassbinder
Berlin Duvarı’nın yıkılışı, iç karışıklıklar ve toplumsal düzenin sarsılması bir yana dursun; ülke içi buhran varlığını devam ettirmeyi sürdürüyordu. Dönem sinemasının “Sıra dışı” yönetmeni olarak nam salmış dahiyane çocuğu Rainer W. Fassbinder, tam da böyle zorlu günlerin gölgesinde eserler hayata getirmeye başlamıştı. Uyuşturucu ve alkole olan düşkünlüğü, sinemaya yeni bir bakış açısı kazandırıyordu. Bireyci ve ruhsallık üzerine yeni anlatıların kapısını araladı. Fassbinder, başlarda Douglas Sirk ve Jean-Luc Godard gibi ustaların tesiri altında kalsa da kendi yaratıcı ve özgün sinemasına odaklanmayı başardı. Özellikle; Liebe ist kälter als der Tod (1969), Warum Läuft der Herr R. Amok?(1969), Der Amerikanische Soldat (1970) gibi filmlerinde, Alman toplumunun çelişkilerine eğilirken, klasik ve çağdaş sinemayı iç içe geçiren başarılı örnekler arasında sayılır. Onun gözüyle, sinema; bir oyun ve yapay duygular dünyasıdır ve fahişeye benzer. Bunu tezini ise Warnung vor Einer Heiligen Nutte (1971) filmiyle destekler.
[2] Rosa Luxemburg üzerine bir film tasarlarken ölen Rainer Werner Fassbinder’in kimi kez tiyatro etkilerinin ağır bastığı, yalın anlatımlı ve çoğu kez sınıfsal sömürü ve eşcinsellik gibi konulara değinen filmleri, yönetmenin böyle bir iddiası olmasa da, onu savaş sonrası Alman sinemasının en önemli siyasal sinemacısı yapar. Godard ve Straub gibi Marksist oldukları bilinen yönetmenlerin kitlelerden kopuk filmlerine karşılık, anti-komünist ve anti-siyonist olmakla da eleştirilen Fassbinder’in Marksist anlayışa uygun ve geniş kitlelerce de benimsenen filmler çekmiş olması çelişkili yaşamının en olumlu çelişkisidir.
Wolfgang Petersen
Sinema izleyicisinin katettiği yol ve oluşan sinemasal haz duygusu Alman yönetmenleri daha güçlü yapımlara yöneltiyor ve kendilerine hedef kitle oluşturuyorlardı. Petersen, etkin olduğu yıllarda Das Boot (1981) ve Die unendliche Geschichte (1983) gibi filmlerde Alman sinemasını temsil etti. Yönetmene uluslararası tanınırlık getiren filmi In The Line of Fire (1993) Alman sinemasını içe dönük sanatsal filmlere ev sahipliği yapmaktan sıyırarak popüler sinema türüne taşımış oldu.
Wim Wenders
Eğitimli olarak sinema dünyasına adım atan Wenders, ilk kurmaca filmi olan Summer in the City (1970) ile kendisine ait film dilinin ip uçlarını vermeye başlamıştı. Dönem gereği Amerika rüyasından etkilenen gençlerin kitlece yaygınlığı Wenders’ı da tesiri altına almış ortak paydada buluşturmuştu.
Wenders’ın Rock’n Roll’a ve Hollywoodvari B-Sınıfı filmlere olan tutkusu onun sinematografisine büyük katkı sağlamıştır. Die Angst des Tormanns Beim Elfmeter (1971) bu doğrultuda kabul görmüş başarılı bir örnektir. Ancak, yönetmenin ilk önemli çalışması olarak Gezi Üçlemesi adını verdiği: Alice in Den Stadten (1972), Falsche Bewegung (1974), Im Lauf der Zeit (1976) filmleri kabul görür. Üçlemenin son filmi olan Im Lauf der Zeit , Cannes Film Festivali’nde, Eleştirmenler Ödülü’nü kazanmıştır. Wenders’ın başarısı; Avrupa ve Amerika arasındaki çokkültürlülük organizmasını canlı tutmasında yatar. Öyle ki; yönetmen Alman sinemasının en Amerikancı sinemacısı olarak anılır. Tokyo-ga (1983), Paris, Texas (1984) filmleri Amerikan ekolüyle harmanlanmış örnekler arasındadır. Wenders’ın yeniden Alman vizyonuna evrildiği filmi Der Himmel über Berlin (1987) yönetmenin olgunluk çağı filmlerinden biri olarak anılmaktadır.
Kaynak: [1],[2] Teksoy Rekin, Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi / Cilt 2, Oğlak Yayıncılık, 2005