Rus ve Balkan Sineması
Sıcak denizlerden yukarı doğru ilerlediğimizde perdeye yansıyan görüntüler de beyazlaşıyor, donuklaşıyor ve soğuyor. Kuzeyin geniş coğrafyasında doğu ile batıyı dengede tutan Rus sineması karşımıza çıkıyor. Rus sanat tarihine baktığımızda siyasi hareketliliğin, sanat eserlerine realist bir perspektif ve üslupla aktarıldığını görürüz. Hatta “aktarmaktan” ziyade sanata doğrudan yansıtılan siyasi gündem, sanat eserlerinin de konusu ve uzun yıllar
boyunca yöneticisi olmuştur. Bu nedenle Rus sanatı, bağımsızlığını kazanana dek devlet tekelinde bir propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Bunların başında edebiyatı sayarken sinemanın da özellikle 20. yüzyılda önemli bir yere sahip olduğu unutulmamalıdır. Bu dönemde siyasi gündemin hem sesi hem yansıması olan sinema, daha sonraki yıllarda estetik kaygıyı politikaya önceleyerek bugünkü çağdaş Rus sinemasının değerli eserlerini
ortaya koymuştur.
Rus sinemasını devrim öncesi ve sonrası olarak incelemekte fayda var; zira bu ayrım, doğrudan eserlerin konusu ve amacı arasındaki farklılığın da temeli. Vladimir Romashkov’un 1908 yapımlı Stenka Razin adlı filmi, devrim sonrası bilinen ilk Rus filmi olarak kayıtlara geçer. Bundan önce ise sinemanın başını Yakov Protazanoc çekmektedir. Devrim öncesi yapımlarda Tolstoy, Dostoyevski, Puşkin gibi klasik kalemlerin uyarlamalarına yer verilirken sonrasındaki sinema, Balkan ve Rus topraklarının soğuklarını, bireysel insan ilişkileri ve
yozlaşmış toplum yapısı temelinden yansıtır. Ancak bu yıllarda devlet tarafından yapılan sansür ve kısıtlamalar, pek çok Rus yönetmeni Batı’ya taşımıştır. Kuzey sinemasının realist yüzünün aksine Batı sinemasının daha romantik beklentileri vardır. Kapitalizmin de etkisiyle seyirciye istediği mutlu sonu vermek durumunda kalan Rus sineması, kendi özgün çizgisinin de dışına çıkmaya başlar. Bir grup yönetmen bu yolu izlerken geleneksel Rus sinema ilkelerinden taviz vermek istemeyen yönetmenler Sovyet Rusya rejimine dönerek kuramsal Rus sinemasını sürdürür.
Kitlesel olaylar, toplumu değiştirme çabaları, bireysel ile devlet çatışmaları, ikinci yolu tercih eden yönetmenlerin başlıca konusu olur. 1920 sonrası, ayrımın belirgin şekilde ortaya çıktığı yıllarda ise 1929 yapımlı Man With a
Moving Camera adlı eseriyle Dziga Vetrov ve dünya sinemasının seyrini değiştiren Sergei Eisenstein, Rus sinemasının özgün ana hatlarını yansıtır. Elbette yalnızca Rus sinemasının değil, aynı zamanda dünya sinemasının duayenlerinden olan Andrey Tarkovski de 20. yüzyıl ortalarından itibaren Rus sineması kavramını dünyaya kabul ettirir.
Kuzeyden biraz daha Avrupa’ya doğru hareket ettiğimizde ise benzer minvaldeki Balkan sineması karşımıza çıkar. Balkan sinemasında Ortadoğulu insanın sıcakkanlılığı ile batılı modernizmin yalnızlığı bir araya gelir. Diğer ülke tarihlerine göre görece yeni demlenen Balkan devletleri de dolayısıyla daha taze yönetmenlere ve genç bir sinema tarihine sahiptir. Balkan sinemasını diğer Avrupa sinemalarından ayıran bir özellik, yönetmen ve senaristlerin “alaylı”dan ziyade “mektepli” oluşudur. Dolayısıyla sinema ve sanat, Balkanlarda akademik bir zümrenin çerçevesinde gelişir.
Macar yönetmen ve senarist Ildiko Enyedi, Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ayı
ödülünü Beden ve Ruh (2017) ile alarak Balkan sinemasının yükselen sesini duyurmuştur. Eğitimini sahne sanatları üzerinde yapan ve kültürel anlamda zengin bir aile yapısına sahip olan Enyedi, çeşitli uluslararası film festivallerinde jüri olarak da yer almıştır. Benzer şekilde “mektepli” diyebileceklerimizden biri de Gürcü yönetmen Zaza Urushadze’dir. Balkan sinemasının görece taze soluklarından biri olan Urushadze, Gürcü Devlet Üniversitesi’nde dersler de vermektedir. Yönetmen, sinemanın yanı sıra televizyon yapımlarıyla da medyanın farklı alanlarında tecrübe sahibi olmuştur. Bu zengin sanat tecrübesi sayesinde yönetmen, Balkan sinemasının farklı yönlerini ve toplumun kültürel beklentilerini eserlerinde yansıtarak bir örnek niteliği taşır. Yine Balkan topraklarından Sırbistan’a doğru ilerlediğimizde Emir Kusturica’nın yankılarını görürüz. Müslüman bir ailede dünyaya gelen Kusturica, ne ki devletin önemli yerlerinde görev yapan ailesinin daha sonra dini reddettiğini açıklar. Düşünsel anlamdaki bu hareketlilik ve çeşitlilik, Kusturica’nın eserlerine de yansımıştır. Balkan topraklarının mozaik yapısını ilgiyle inceleyen Kusturica, Super 8 Stories adlı 2001 yapımlı belgeselinde çingene tekno-rock
grubu No Smoking’in turnelerine konuk olur ve etnik zenginliğini yaşayan Balkan tadını dünyaya böylelikle duyurur. Film, Chicago Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Belgesel Film dalında derece yapmıştır. Böylelikle başlayan sinema kariyerinde Kusturica, tek bir alanda sabit kalmayıp sinema ile müziği, dini, kültürü ve felsefeyi bir araya getiren, sık dokulu eserleri Balkan sinemasına kazandırmıştır. Bu örneklere baktığımızda Rus ve Balkan sinemasının, Avrupa kapitalizminden nispeten uzakta, kendi sinema dünyalarını kurduklarını ve topraklarının sesinden doğrudan beslendiklerini görmek mümkün. Dolayısıyla daha gerçekçi bir tat sevenler için kuzey
sineması, önemli duraklardan birini teşkil ediyor.