İzleyici notum: Hem kırıcı hem kırılgan
Yasemin, Nilüfer, Defne ve Deniz babalarının ölümü üzerine yıllar sonra babalarından miras kalan pansiyonda toplanan dört kardeştir. Yıllardır birbirlerinden uzak olan kızlar babalarının ölümü üzerine eve geri dönerler. Miras hakkında ne yapacaklarını düşünerek pansiyonda birlikte vakit geçirdikleri günlerde tekrar yakınlaşıp birbirlerini anlamaya başlarlar. Birbirinden farklı bu dört genç kadın yıllar sonra bi de ilk defa birbirlerini anlar.
30. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali bünyesinde Ulusal Uzun Metraj kategorisinde yarışan Kıyıda (2023) filminin yönetmeni Büşra Bilginer ile söyleşi gerçekleştirdik.
Bu yıl otuzuncu kez düzenlenen Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda Kıyıda filmi ile yarışıyorsunuz. Filmin festival yolculuğu sanırım yeni başladı. Kıyıda prömiyerini nerede yaptı ve seyircilerden nasıl tepkiler aldı?
Kıyıda’yı gönderdiğimiz ilk festival Adana Altın Koza Film Festivali’ydi, prömiyerimizi de Adana’da yapacağız. Henüz yalnızca ailem ve ekibimiz izledi, filmin konusuna ve yapım sürecine hâkim olmayan bir seyircimiz olmadı. Adana bu anlamda da bizim için çok önemli.
Büşra Bilginer, seni biraz yakından tanımak istesek bize neler söylersin? Sinemaya olan aşkın, yolculuğun nasıl başladı?
Aslında tam olarak nasıl başladığını bilmiyorum. Her zaman insanları dinlemekten, anlatmaktan, okumaktan ve izlemekten zevk aldım. Hikâye biriktirmeye çalışıyor gibiydim, ne için biriktirdiğimi bilmiyordum sadece. Resim ve edebiyat ilgisi de bir noktada bir hikâyeyi görselleştirebilme motivasyonuyla beni sinemaya yönlendirdi. Kendimi önce Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema Tv bölümünde buldum. Zaten ilk senemde Kıyıda’yı yazıp ilk filmim olmasını da kafama koymuştum, şanslıyım ki öyle de oldu. Henüz yolun başındayız ve güzel hikâyeler biriktireceğim bir yolculuk olmasını umuyorum.
Filme geri dönecek olursak en etkilendiğim ve dikkatimi çeken sahnelerden biri de kardeşlerin ağladıkları anları birbirinden saklamasıydı. Ev, göz yaşlarını ve acını saklamak için çok savunmasız, küçük bir yer aslında. Genelde bunu duvarlar üzerimize çökerken hissederiz. Her ne kadar aile bireyleri de olsa insan kendisini çaresiz göstermek istemiyor. Değil mi?
Kıyıda’yı yazarken aynı ailede büyüyen, aynı acıları yaşayan ve aynı yaraları alan ama başka kanayan kardeşleri anlatmak istediğimi biliyordum. Bunun herkes için bir şekilde tanıdık bir his olduğunu da biliyordum. Aile olmak biraz da böyle bir şey bence. Aynı yarayı aldığımızı unutuyoruz çünkü herkes bizim gibi kanamıyor. Bununla da bazen uzaklaşarak, bazen yaramızı saklayarak, bazen de daha fazla deşerek mücadele ediyoruz. Kıyıda’da da aynı yarayı alan birbirinden farklı karakterlerdeki dört kadın bu mücadeleyi veriyor.
Nil’in sığınak olarak sürekli gittiği yerde çok etkileyici bir diyaloğa şahit oluyoruz. Babam vefat etti dedikten sonra “Yaşıyordu, evet.” diyor. Muhtemelen “Senin baban var mıydı ya da hayatta mıydı?” gibi bir soru geldi karşı taraftan. Anlıyoruz ki filmin babalar ve kızları sekmeninde çözümlenememiş oldukça fazla sorunu var. Baba kız ilişkisi psikososyal gelişim açısından da oldukça önemli. Hatta literatürde Daddy Issues diye bir kavram bile var. Bir insanın gelecek hayatının şekillenmesinde baba figürünü nasıl görüyorsun, senin için önemli bir detay mıdır baba?
Yasemin, Nilüfer, Defne ve Deniz birbirinden çok farklı genç kadınlar, bu da sert ve baskıcı babalarının hepsinde bambaşka izler bırakmasına sebep olmuş. Elbette benim için de ailem her zaman çok önemli. Yaşanan iyi ya da kötü her şeyde büyüdüğümüz aileden izler taşıyoruz. Ben babasına benzetilen, babasına hayran kızlardandım hep. Her genç gibi anne babamla belli çatışmalarımız, mücadelelerimiz oldu. Bazen başaramasak da her zaman birbirini anlamaya çalışan ve seven bir ailede büyüdüm. Bu her zaman en büyük şansımdı.
Ölmek çok özel ve bireysel bir deneyim. Bazı kültürlerde ve öğretilerde eve dönmekle eş değer bir anlatısı var. Birey ölür ve ruhun yolculuğu tüm o yorucu dünya deneyimi sonrasında gerçek sevgiye ve ışığa kavuşarak evine döner. Kardeşlerin durma, diğer bir deyişle olma hâli aslında çok derin farkındalıklar saklıyor. Yuvaya, baba evine dönüş aslında çok imgesel olarak tasarlanmış. Yanılıyor muyum?
Kesinlikle. Babalarının ölüm ile yaşadığı dönüş kızlarının da birbirlerine ve geçmişlerine dönüşünü sağlıyor. Ölen babalarının dünyadaki mücadeleleri son bulsa da, geride bıraktıklarınınki devam ediyor. Bunu da birlikte büyüdükleri pansiyonda yaşıyorlar, zaman zaman uzaklaşsalar da orası onlar için bir yuva ve kavuşma noktası.
Kıyıda’nın yavaş bir metronomu var. Zamanın aksaklığı, boğulma hissi, kırılmayan döngü bu durağan anlatımla çok başarılı bir şekilde desteklenmiş. Kurgudaki sakinlik planlı mıydı, yoksa bu süreç doğal olarak mı gelişti?
Kızların arasında konuşup çözülecek tek bir sorun olmadığı gibi koparılıp atılamayacak da bir bağ var. Hem birlikte durmak istiyorlar hem de bir şekilde birbirlerini anlayamıyorlar. Bu çoğu zaman pasif agresif bir çatışmayı doğuruyor. Hem bir savaşı hem de barışı beklemek gibi. Bu bekleyişin bunaltıcı bir tarafı varken umutlu bir tarafı da var. Bu yüzden durağan, ancak karamsar olmayan bir dil istedik. Önce senaryo ve çekimde bunun için çabaladık. Kurguda Tuvana’nın dokunuşlarıyla da istediğimiz ritmi yakaladık.
Ekibin büyük bir çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor. Filmin editörü Tuvana Simin Günay, senaryoda senin yanında Gizem Yıldız, oyuncular ve set ekibindeki diğer isimler. Kıyıda bir yandan da güçlü kadrosuyla bir kadın kolektifi hissi verdi bana. Detaylar, planlar, sahne geçişleri, sinematografideki titizlik bir kadın vizöründen yaklaşıyor bize, bu yoğun olarak hissediliyor. Kadın sinemacılardan bahsedilirken sanki bir alt kültürmüşcesine söylevler geçmişte çok can sıkıcıydı. Peki bu konuda günümüz sinema dünyasında sizin deneyimleriniz neler?
Herkesin, hikâyesini eşit şartlarda herkese anlatabildiği özgür bir alanının olmasını diliyoruz; ancak henüz işler böyle ilerlemiyor. Çoğu sektörde olduğu gibi sinemada da kadınların varlığı yeni yeni artıyor. Gelişmelerden mutlu olmakla birlikte kadın sinemacı olmanın, kadınların çoğunlukta olduğu bir ekiple çalışmanın hâlâ nadir görünen ve ilgi çeken bir durum olması üzücü. Ben genç bir kadın olarak sinema yapmayı çok istedim. Dört güzel kadını anlatan bir hikâye yazdım ve bu hikâyeye inanan çoğunluğu kadın olan harika bir ekiple çalıştım. Hepsinin filme çok güzel dokunuşları oldu. Bir şekilde bunu yapan azınlıkta da olsak bizim için normali buydu. Eşitliğin ve kadın varlığının herkesin normali olmasını umuyoruz.
Filmin hikâyesi de size ait ve her bir karakteri ayrı ayrı özveriyle tasarlamışsınız. Gerçekten bir kez daha tebrik etmek istiyorum. Yasemin, Nilüfer, Defne ve Deniz. Aslında hem çok benzer özelliklere sahipler hem de birbirlerinden çok farklılar. Sen yarattığın karakterlerden hangisine kendini daha yakın hissediyorsun, senden izler taşıyan biri var mı?
Çok teşekkür ederim, aslında dördü de kendimden, kız kardeşimden, annemden, ailemdeki kadınlardan ve arkadaşlarımdan beslenen kadınlar. Kendimi doğrudan birine benzetemem ama yakın ve uzak olduğum tüm yönleriyle onları çok iyi tanıdığımı söyleyebilirim.
Maalesef Türk aile yapısı diye bir gerçekliğimiz var. Bu gerçeklik zaman zaman çok kırılgan, zaman zaman çok toksik ve zaman zaman da fertlere zarar verici özellikte olabiliyor. Yasemin’in henüz anne olmadan anaç bir role bürünmesi tamamen özgül kodlarından kaynaklı. Ancak yaş olarak diğer kardeşlerinden çok da büyük değil diye düşünüyorum. Ceren Taşçı muazzam bir oyunculuk çıkarıyor Kıyıda’da ve tabii ki diğer bütün oyuncular; hepsini ayrı ayrı tebrik ediyorum. Ceren Taşçı, Çağla Demir, Deniz Altan ve Şimal Emür. Ekiple yollarınız nasıl kesişti?
Hikâyeyi yazdıktan sonra, senaryoyu yazarken arkadaşım Gizem Yıldız dahil oldu ve senaryoyu onun desteğiyle tamamladım. O süreçte film bir mezuniyet projesinden ibaretti ama daha fazlasını yapmak istiyordum. Gizem, karakterler için kimleri hayal ettiğimi sordu ve ulaşıp görüşebileceğini söyledi. Böylece cast direktörlüğünü de üstlendi. Deniz karakteri için Şimal’i gösterdi ve görür görmez çok istedik. Yasemin için hep Ceren’i hayal etmiştim. Çağla ve Deniz de senaryoyu okur okumaz karakterleriyle benzediklerini ve karakterlerini çok sevdiklerini söylediler. Hepsiyle çalışmayı çok istemiştim, onların da istemesi müthiş bir sürprizdi. Yasemin; Nilüfer, Defne ve Deniz onlarla var oldular ve bu dört harika kadınla çalışmış oldum.
Aslında filmin bana kalırsa en önemli karakteri hiçbir sekansında görmediğimiz babaydı. Başrol bile diyebiliriz. Genelde ilk filmler için gölge karakterler zordur; ancak sevgili Büşra, sen bunu çok iyi kotarmışsın. Bernarda Alba’nın Evi (Federico Garcia Lorca, 1945) oyunundaki Pepe El Romano, Godot’u Beklerken (Samuel Beckett, 1952) eserindeki Godot gibi sürekli bir merak hâlinde baba hakkında bir iki detayın izini sürüyoruz. Bu kadar gizemli bir karakteri tasarlarken motivasyonun neydi? Görünmeyen bir karakteri yazmanın ne gibi zorlukları var?
Babalarının bu hikâyedeki varlığı ve “fiziksel” yokluğu üstüne birçok tartışmamız oldu. Açılışta ölümünü görmek, flashback ile anılarını görmek hatta doğrudan bir fotoğrafını göstermek dahi bir şekilde hikâyeyi istediğim çizgiden çıkarıyor gibi geldi. Meselem babalarının yaşadığı bir şey ya da yaptığı şeyler değildi, kızların yaşadığı şeylerdi. Birinin yokluğunun bıraktığı etki, varlığının etkisinden daha güçsüz değil bence. Ne kadar yansıtabildik bilmiyorum ama babaları yeni ölmüş dört kadını anlatıyorsak bu etkiyi görmek kaçınılmazdı.
Annelerinin yaptığı kil vazo, kırılmasına rağmen yeniden toparlanmış tıpkı dağılıp giden bir ailenin yeniden bir araya gelmesi gibi. Ayrıca son sahnede su kültü birlikte denize girmeleri sanki plasenta, anne karnı huzuru gibiydi. Kardeşlik, eski Türkçe’de “karındaşlık” olarak geçen bir tabir. Bence bu detaylar da çok dikkat çekiciydi, çarpıcıydı da diyebiliriz. Bazı filmlerde haddinden fazla gereksiz metaforik anlatım kullanımı oluyor. Kıyıda filmi bunu çok yerinde ve titiz kullanmış. Bunu nasıl başardınız?
Öncelikle çok teşekkür ederim. Filmdeki metaforik birkaç öge aslında hikâyenin yazım sürecinde kendine yer bulan natürel parçalarıydı. Ama evet, denizin benim için de ayrı bir anlamı oldu hep. Kıyıda’daki çatışmaların çözülecek ya da noktalanacak meseleler olmadığını düşünüyordum. Ama yolculukları umutlu ve huzurlu bir adımla son bulmalıydı. O huzuru bulacakları en doğru yerin deniz olmasının hikâyede bir şeyleri tamamlayacağını düşündüm.
Röportaj teklifimi kabul ettiğin ve bu güzel söyleşiyi gerçekleştirdiğin için çok teşekkür ederim. Sana ve ekibine ama öncelikle Kıyıda’na festival yolculuğunda başarılar dilerim.
Çok keyifli bir röportajdı, ben teşekkür ederim.