Bu yıl 76.sı gerçekleşen Cannes Film Festivali’ni 11 gün boyunca festival alanından takip etmek için Paris’ten 5 saatlik bir hızlı trene atlayıp haddinden fazla doldurduğumuz bavullarla yola çıktık. 16 Mayıs’ta başlayan festival için, seçim gündeminin de üzerimize yüklediği ağırlık ve kaygıyı engellemekte zorlanarak, bir gün öncesinden Cannes’daki otelimize yerleştik. Ancak festivale hazırlık Cannes’a ulaşmamızın çok daha öncesinde, bilet rezervasyonları için verdiğimiz savaşla çoktan başlamıştı. Festivalin her bir gününde gösterilecek filmler için biletler 4 gün öncesinde sabah saat 7’de açılmaya başladı. Yani 16 Mayıs’ta start veren festival için 12 Mayıs’tan itibaren her gün alarmı 6.55’e kurup saat 7’yi gösterdiğinde istediğimiz filme rezervasyon yaptırabilmek adına heyecanla Ticket Office’ın sayfasını yeniledik. Geçen seneki deneyimimizin aksine bu yıl internet sayfası sorunsuz bir şekilde herkesin aynı anda siteye yüklenmesine rağmen çökmeden çalışmayı başardı. Ancak Cannes IT çalışanlarının gösterdiği, web sitesini insan kalabalığına karşı ayakta tutabilme başarısına karşın festivali takip edecek basın olarak merak ettiğimiz filmlere bilet yakalayabilme konusunda aynı başarıyı gösteremedik. Özellikle Altın Palmiye için yarışan filmlerin çoğunun bileti bir türlü akıl erdiremediğimiz bir biçimde rezervasyonun açılmasından sonra saniyeler içinde tükendi. Prömiyerlerin biletini kapmak için insanüstü bir hızla hareket edebilecek kadar tutkulu bir sinema seyircisiyle festivali takip edeceğimiz için kendimizi şanslı hissetsek de, aynı zamanda gösterimlere katılabilmek konusunda herkesin her şeyi yapmasının mübah sayıldığı bir savaşın ortasında olduğumuzun sinyallerini de yavaş yavaş almaya başlamıştık. Böylelikle biz de üniversite yıllarında almayı istediğimiz kotası sınırlı derslerin seçimi için verdiğimiz kavgalarda geliştirdiğimiz taktiklerle festivalin bilet kapmaca oyununda görmeyi istediğimiz her film için olmasa da, birçoğu için rezervasyon yaptırabildik.
Cannes’da gösterimlere gidebilmek adına yaptıklarımızı uzun uzun anlatıp bu amaçta elimizden geleni ardımıza koymadığımız konusunda sizleri ikna edebildiğimizi umduğumuz bu girişten sonra, festivalin savaşsız geçen kısmıyla ilgili izlenimlerimize geçmenin artık yerinde olacağını düşünüyoruz. Hala devam eden Cannes maceramıza resmi olarak 16 Mayıs Salı günü gerçekleşen açılış törenine katılarak başladık. Michael Douglas, Uma Thurman ve Catherine Deneuve gibi isimlerin sahnede boy göstermesiyle gerçekleşen açılış töreninde iki Altın Palmiye ödüllü jüri başkanı Ruben Östlund da belki biraz çabasız olarak tanımlayabileceğimiz konuşmasını gerçekleştirdi. Geçtiğimiz sene Triangle of Sadness filmiyle büyük ödülü alırken sinemada film izlemeyi özel kılan şeyin evde küçük bir ekran karşısında tek başına oturmanın aksine kolektif bir deneyim olması olduğunu belirten yönetmen, bu yılki açılış töreninde de geçen seneki cümlelerinin birer kopyasını kullandı. Filmleri kalabalık bir seyirciyle aynı anda aynı yerde görmenin büyüleyici etkisi konusunda yaptığı ısrarlı vurgusunda kendisine sonuna kadar katılsak da, en azından geçen sene festivalin kapanış töreninde kullandığı kelimelerin yerlerini biraz değiştirmesini beklerdik. Geceye, ilerleyen günlerde burada kadına bakışı konusunda yerden yere vuracağımız, Maiwenn’in yönettiği ve oyuncu seçiminde de filmin mizojinisinden aşağı kalır yanı olmayan Johnny Depp’li açılış filmi Jeanne du Barry’i izleyerek devam ettik. Film hakkında söylemek istediğimiz pasif agresif cümlelerimizi başka bir yazının konusu olmak üzere kesiyor ve ilerleyen günlerde film hakkında konuşmak üzere size burada randevu veriyoruz.
En prestijli uluslararası film festivallerinin başında gelen ve bizim de buna itirazımızın olmadığı Cannes hakkında yazının bu noktasına kadar fazlaca ağlayıp sızlandığımızı fark ediyor ve bu nedenle film gösterimleri sırasında gerçekleşen bazı teknik aksaklıklar ve 17 Mayıs Çarşamba günü Catherine Corsini’nin 22.30’da başlaması gereken Le Retour adlı filminin geç başlamasıyla 30 dakika yağmur altında beklememize sebep olan organizasyonsuzluktan da fazla bahsetmeden festival yönetimini bu küçük sorunlar için affettiğimizi söylemekle yetiniyoruz.
Festivale gelirken filmlerin yanısıra bizi heyecanlandıran bir diğer konu da bugünlerde Fransa’yı kasıp kavuran bir gündem haline gelen emeklilik reformuna karşı protestoların festivale de sıçrayabilecek olma ihtimaliydi. Fransa başbakanı Elisabeth Borne, anayasanın parlamentonun iradesine ket vurarak bir yasanın mecliste onaylamadan yürütme tarafından kabul edilmesine olanak sağlayan 49.3’üncü maddesini işletmiş ve böylece emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkaran tartışmalı reformu yürürlüğe sokmuştu. Böylece Fransa’daki direniş ateşi iyice harlanırken enerji işçileri sendikası CGT de protestolar kapsamında Cannes Film Festivali’nin elektriğini kesebileceğini açıklamıştı. Festivalin 4. gününde ana festival binasının giriş katında basın için ayrılan bürodaki prize bağlı bilgisayarda yazdığımız bu yazıda Cannes’daki elektrik tesisatının şu ana kadar sorunsuz çalıştığını bildirmek zor değil. Ancak ilerleyen günlerde olası bir elektrik kesintisine karşı power bank’lerimizi fulleyip kişisel önlemlerimizi aldıktan sonra Fransız işçi sendikalarının onurlu direnişine selam gönderiyoruz.
Festivalin önümüzdeki günlerinde yaşadıklarımızı da buradan aktaracağımızın sözünü veriyor ve yarın sabah bilet rezervasyonu için yeniden 6.55’te uyanacağımızı hatırlayarak yavaş yavaş günümüze son veriyoruz.