Kendi yaptıklarımız için her zaman bahanelerimiz vardır. Ahlat Ağacı (2018) kendimize ürettiğimiz bahaneleri hatırlatırken, bir taraftan da bunlarla hesaplaşmamızı sağlıyor. Bu anlatımın zemini olarak baba-oğul ilişkisi, bir gencin hayatı anlamlandırma ve yer bulma çabasının yanı sıra bir Nuri Bilge Ceylan klasiği olan taşra insanları karşımıza çıkıyor. Bu konuların yanında film boyunca yönetmenin hayata karşı duruşunu, söylemek istediklerini çok didaktik bir şekilde dinlemeye başlıyoruz. Sinan ve imamlar arasındaki sohbet, Sinan ve taşralı yazar Süleyman arasındaki tartışmanın geçtiği sahneler bu duruma en güzel örnekler. Bu sahnelerdeki diyaloglar çok derinlemesine sürmekle birlikte mesaj iletme kaygısı da taşıyor ancak seyirci üzerinde fazla bir etkisi olmuyor. Çünkü sahneler ve diyaloglar filmin bütünlüğünü bozacak derecede filmden kopuk duruyorlar. Bu da filmin geneline bakıldığında izleyici üzerinde dağınık, kopuk kopuk bir imaj bırakıyor. Daha önce Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) ve özellikle Kış Uykusu (2014) filmlerinde gördüğümüz uzun tiradlar o filmlerin özelinde kendilerine yer bulabilmiş ve yapay kalmamışlardı.
Ahlat Ağacı filminin ana damarlarından biri olan baba-oğul ilişkisi, her zaman edebiyatın, mitolojinin, sinemanın sevdiği konular arasındadır. Babayla oğul arasında her daim gizli bir savaş vardır ve ataerkil düzenin iktidar meselesini görürüz aralarındaki ilişkilerde. Filmdeki baba İdris çocuklarını yiyen Satürn değil, oğlu Ham’a uyurken çıplak yakalanan Nuh gibi sanki. Zaafa düşmüş baba, oğlu tarafından artık dalga geçilecek biri ve ona karşı iktidarı ele alma çabasına girişiyor. Ahlat Ağacı’ndaki baba-oğul ilişkisi Big Fish (2003) filmindeki baba-oğul ilişkisiyle büyük benzerlik taşıyor. Hayatı tiye alan babalarını anlayamayan ve onları gerçek hayattan uzak gören fazlasıyla realist oğulları, her iki filmin sonunda da babalarını anlıyorlar ya da anlamaya başlıyorlar. Belki de hayatın gerçekliği yaşlandıkça değişiyor ve bizle birlikte kocayan zaman da dalga unsuru oluyordur.
Filmdeki diğer önemli unsur ise şehirde üniversite eğitimi almış Sinan’ın, taşraya ailesinin yanına geri döndüğünde hem gençliğinin verdiği ben merkezcilikle hem de taşrayı küçümsemesiyle birlikte kendine yeni bir hayat kurma çabasına girişmesi oluyor. Ancak Sinan’ın bu küçük dünyasından kurtulamadığı gibi gittikçe babasının yolunda ilerlediğini görüyoruz. Filmin en güçlü yanı belki de coğrafyanın, şartların, imkansızlıkların ve ne kadar çaba harcanıyor gibi gösterilse de aslında çoğu zaman kendimizi kandırdığımızın, kendi kendimizi mahkum ettiğimizin çok iyi yansıtılması. Hepimiz farklı olduğumuzu düşünür, çoğu kötü şeyi hak etmediğimizi savunur ve kendimizi özel hissederiz. Filmde, zamanla bezelye tanelerine nasıl benzediğimiz ve bunu kabullendiğimiz çok çarpıcı bir şekilde vurgulanmış.
Filmi genel olarak Nuri Bilge Ceylan’ın diğer filmleri ile kıyaslarsak, maalesef son iki filminin tadını vermediğini söyleyebiliriz. Film adeta Ceylan’ın Taşra Üçlemesi olarak bilinen filmlerinin konuşkan hâle gelmişi gibi fakat yönetmenin film serüveninde gösterdiği çıkışı kesinlikle yakalayamıyor. Ceylan son filmlerinde yeni konulara ve alanlara yönelmiş iken âdeta kasabasına geri dönüyor gibi. Buna rağmen filmin finali oldukça etkili ve düşündürücü.
Serhat Cumhur Dandul