Sinema tarihine bakıldığında ilk eserlerin süre düşünülmeksizin üretilmiş ortalama 15 dakikalık kısa filmler olduğunu görürüz. Buradan yola çıkarak sinema tarihinin kısa filmlerle başlamış olduğunu görmek, kısa filmlerin günümüzde de anlam ve önemini korumasıyla birlikte bizi eşsiz bir yolculuğa çıkarır. Bu eserleri eşsiz kılan yegâne şeylerden bir tanesi ise yönetmenlerin kısa zamanda çok şey anlatabildiği ve yaratıcılığın zirvede olduğu eserlerle karşılaşmamızı sağlamasıdır. Uzun filme göre daha öz bir anlatıma sahip olan kısa filmler, barındırdığı zekice ve sözü dolandırmadan söylenen kelimelerle birlikte günümüzde de değerini korumaya devam eder.
Bu değeri sürdürmek için platformunu seyirciyle buluşturan, Festival veya vizyon gösteriminden sonra filmlere ikinci bir hayat vermek için kurulan Balkanlar menşeli VoD platformu Cinesquare bünyesinde kısa zamanda çok şeyin anlatıldığı kısa filmleri bu listemizde bulacaksınız. Bu filmlerin içinde zaman zaman vedaların beraberinde getirdiği sessizliğe bürünecek, aşkın her türlü yüzüyle tanışacak, aileyi bütünleştiren evi bırakmak istemeyecek ve insanın kendi olabilme mücadelesine tanıklık edeceksiniz. Farklı hikâyeleri bir araya getiren bu filmlerin içinde hissedeceğiniz ortak duygu ise alışkanlıklardan ayrılmanın getirdiği sessiz vedalar ya da kendini bulma süreci olacak. Peki siz bu sürece yönetmenlerin kısacık süreye sığdırdığı yaratıcı anlatımlarla tanıklık etmeye hazır mısınız?
After School Knife Fight (Yön. Jonathan Vinel, Caroline Poggi, 2017)
Küçüklüğümüzden itibaren kendimizi eğitmek ve ileride meslek sahibi olmak adına, zamanımızın çoğunu okul sıralarında geçiririz. Matematikle birlikte işlem yapmayı, Türkçeyle konuşmayı ve yazmayı, coğrafya dersiyle ise hayatın içinde var olan sınırları; yaşadığımız dünyayı tanımaya çalışırız. Ancak tüm bu derslerin dışında bizi biz yapan ve kendimizi özgür bıraktığımız alanı ise okuldan çıktıktan sonra adımımızı nereye doğru attığımız ve neler yaptığımız belirler. Bizimle birlikte aynı hayalleri taşıyan insanlarla kurduğumuz iletişim ve bunun akabinde ortaya çıkan oluşum okul sıralarında geçirdiğimiz vakitte öğrenemediğimiz çoğu şeyi gösterir bize: öğrendiklerimizi pratiğe geçirmek ve hayatın ta kendisi. Okul kapısından hayata adım attığımız an ise hüzün, acı, sevinç ve özgürlük ile karşılaşırız. Karakterimizi oluşturan ve bizi büyüten şey ise bu duyguların toplamında ortaya çıkan hayatın gerçek yüzüdür.
Jonathan Vinel ve Caroline Poggi’nin yönetmenliğini yaptığı After School Knife Fight (2017), ortak hayaller taşıyan dört gencin hikâyesinden bir ‘an’ı anlatır. Geçmiş ve gelecek üzerinde çok durmayan hikâyede yalnızca o ana odaklanırız. Henüz yolun başında olarak nitelendirebileceğimiz bu grup, Rock’n Roll’un ruhunu yansıtmaya ve yaptıkları müziklerini yaşatmaya çalışmıştır. Ancak hayatta çoğu şeyin yolunda gitmeyeceği gibi bu ekip de grubun solistinin okumak için taşınmak zorunda olmasıyla yok olmaya, ölmeye mâhkum kalmıştır. Ölüm metaforu bu kısa filmin içine oldukça durgun bir şekilde yedirilmiştir. Öyle ki grubun ismi tıpkı Rock’n Roll’un ruhu gibi ölüm, acı ve isyan sonucunda ölen bir genci yaşatmak adına Knife Fight olur. Filmin açılış sahnesinde ve daha çok dış mekân olarak göreceğimiz boş bir arsada, film boyunca grubun ayrılık anlarına ve çaldıkları son parçaya sessiz bir şekilde tanık oluruz. Ayrılıklar ne kadar sisli, hüzünlü ve sessiz ise mekân seçimi de eş zamanlı olarak o sessizliği ve ayrılığı sonuna kadar hissettirir izleyiciye. Hikâyede grubun isminin nereden geldiğini ve nasıl bir araya geldiklerini özet hâlinde geçmeyi tercih eden yönetmen daha çok karakterler arasındaki ilişkiye odaklanır. Gelecek kaygısı müziğin önüne geçmiş ve bu gençleri bir arada tutmaya zorlamıştır. Notaların dışında tez yazmakla uğraşan Nico, gelecek kaygısı taşıyan Näel, âşık olan Roca ve geleceğini başka bir yerde şekillendirmeye çalışan Laëtitia’nın ayrılma eşiğinde belki de bu zamana kadar hiç dillendirmediği konuları samimi bir şekilde birbirlerine aktarır. Laëtitia, grubun son fotoğrafını çekmesiyle ayrılık çanlarını çalar. Ve artık ayrılık vakti gelmiştir. Grubun boş arazide, gecenin karanlığında çaldıkları son parça Rock’n Roll ruhunun aksine tıpkı ayrılıkları gibi hüzünlüdür. Yönetmen istenmeyen ve mecbur kalınan bu ayrılığı aşk temasıyla işlemeyi tercih eder. Nitekim çekilen son fotoğraf Roca’nın Laëtitia’ya karşı olan aşkının dile getirilmesinin bir aracı olur. Peki geleceği olmadığına inanılan ve dağılmak zorunda kalan bu grupta, Roca’nın Laëtitia’ya karşı hissettiği duygunun bir karşılığı olacak mıdır? After School Knife Fight, izleyiciye bu sorunun cevabını vermeden bir öğleden sonra gerçekleşen vedalaşmanın verdiği sessizlikle birlikte izleyiciye veda eder.
A Summer Dress: Une Robe d’été (Yön. François Ozon, 1996)
A Summer Dress (1996) basit bir yaz filmi gibi gözükse de içine birçok şeyi sığdırmayı başarır. Her ne kadar yüzeysel bir aşk ve cinsellik üzerine kurulmuş dursa da cinselliği ve cinsiyet ifadesini sorgularcasına bir anlatısı vardır. Luc ve Sebastian, tatilde olan iki gençtir. Luc, sakin bir şekilde kafasını dinlemek isterken Sebastian Sheila’nın Bang Bang yorumu eşliğinde erotik bir şekilde dans etmektedir. Kamera tamamen bu iki genç adamın yarı çıplak vücutlarındadır ve aralarındaki gerilim de yüz ifadelerinden okunmaktadır. Luc sıkılıp bisikletiyle kumsala gittiğinde orada İspanyol Lucia ile tanışır ve bu deneyim onun kendiyle, kendi cinselliğiyle ve aynı zamanda da Sebastian’la olan ilişkisini kısa bir süre içinde değiştirecektir. Giysileri çalınınca Lucia’nın elbisesiyle eve gitmek durumunda kalan Luc, sanki bu yolculuktan sonra çok daha kendine güvenen ve cinsel kimliğinden emin, cinselliğiyle de barış birisine dönüşür— bu sevgilisi Sebastian’a davranışının değişmesinden de bellidir. Böyle küçük bir değişikliğin ve belki de bir cesaret gösterisinin birkaç saat içinde neredeyse Luc’un kişiliğini dönüştürmesi şaşırtıcıdır; fakat film bu elbise metaforunu aslında bir geçiş olarak kullanır. Sanki Luc’un en fazla on dakikalığına giydiği bu elbise onun içselleştirilmiş nefretininden kendini kabul edişine bir geçiştir, yani sadece bir elbise değildir. Aynı zamanda da Luc’un içinde savaş veren maskülen ve feminen tarafların da bir birleşmesi, en azından barışmaya yaklaşmasıdır. Belki de zihnin bakış yönünü değiştirmesidir.
Film, iç açıcı renkleri ve gündelikliğiyle, her ne kadar biz içinde bir mesaj arayıp onu bulsak bile, kendini didaktik olarak yansıtmaz, veya bir mesaj verme güdüsü taşıyor gibi gözükmez. Belki de bu yüzden yukarıdaki tüm analizler çöpe atılabilir ve film sadece umut veren ve ikilikleri yıkan bir kuir filme dönüşür.
Film Brest European Short Film Festival ve L.A. Outfest’te en iyi kısa filmi kazanmış, César Ödülleri’nde de aynı kategoriden aday gösterilmiştir.
Family Pictures (Yön. Andrei Cohn, 2012)
Çoğunlukla hayatımızın anılar kısmını oluşturan ve bağlarına sıkı sıkıya tutunduğumuz yegâne dönem, çocukluğumuzdur. Henüz birkaç yıldır dünya vatandaşı olmamıza rağmen o kısacık sürede biriktirdiğimiz yaşanmışlıklar, ömür boyu unutamadığımız anılar olarak kalacaktır. Bu yüzden her yeni yaşantıya kolayca uyum sağlayabilir de; ilk evi, sokağı ya da mahallesinden bir türlü ayrılamaz insan. Orada doğan her şey ömrün tamamına mâl olmuş gibi, benliğin tohumları yalnız o havada yeşermiş gibi her karışını sahiplenir. Delikanlılık çağında kanatlanıp uçmak istese de , yolculuğun sonu bir şekilde bu sokakla kesişir. Ve insan o zaman anlar köklerinin aslında birer çıkmaz sokak olduğunu; nereye giderse gitsin o sokaktan ve çocukluğundan hiç çıkmadığını. Büyükanne ve büyükbabasının bir ömrü geçirdiği ev satılmak üzere olan Zoe ise anılardan ayrılmanın tadına çok küçük yaşta bakmak zorunda kalmıştır.
Roman yönetmen Andrei Cohn’un objektifinden çıkan Family Pictures (2012), aile kurumunu en iyi temsil eden metafor, yani ev üzerine inşa eder hikâyesini. Başlangıçta satılmanın arifesindeki ömürlük evin metrelere ve parsellere bölünüp karış karış ölçüldüğünü görürüz. Yıllar yılı sayısız anıya tanıklık eden, ölüm ve doğum mucizelerine kucak açan ve kelimelerin ifade edemediği hislerin gelip geçtiği odalar, artık ölçü birimlerine bile sığabilen birer vitrin fotoğrafından öte değildir. Evin satılmasıyla bir aile, hayatının sonuna gelindiği düşünülürse evin ölçülerinin alınışı, kefen bezinin arşınlanmasına benzetilebilir. Bu imge üzerinden hareket edersek evin satılma süreci, aile tarihinin de adım adım yok olma, yani ölme sürecini yansıtır aslında. Buna ilişkin bir sahnede evin oğlu ilân sitelerine koymak üzere her şeyi fotoğraflamaya çalışırken, annesinin mutfakta pişirip kavanozlara yerleştirdiği soslara gözü takılır. Mutfak masasının üstünün geleneksel kavanozlarla kaplı olduğunu görünce annesine söylenir ve derhal mutfağı “temizlemesini” söyler. Bu ifade, yeni neslin tarihe, aile köklerine ve geleneklere bakış açısını ortaya koyan, filmin de özünü veren sahnedir bir bakıma. Anılar, kişiliklerin ve tarihin mayalandığı değerler olmaktan ziyade, bu neslin gözünde yalnızca temizlenmesi gereken birer fazlalıktır. Bu yüzden evin ihtiyarları, satış sürecinin uzun olacağını söylerken çocuklar için bu, bir çırpıda gerçekleşebilecek bir süreçtir.
Yetişkinler bunu kabul ederken ailenin küçük kızı Zoe, soy ağacının en son üyesi olmasına rağmen köklerine en sadık olan kişidir belki. Zira ailenin diğer tüm üyeleri, anılarını kutulara yerleştirip bir rafa kaldırırken o, evin kilerinde yepyeni bir dünya kurmaya çalışır. Bu noktada yönetmen Andrei Cohn, nesiller üzerinden bakış açısı farklılığını filmin içerisinde oldukça net bir biçimde gösterebilmiştir. Nitekim filmin adı, Family Pictures da bu farklılığı bir ikilik üzerinden ima eder: Görücüye sunmak üzere çekilen ev fotoğrafları, bir yuvayı mı resmeder yoksa dört duvarlı bir yapıyı mı? Bu sorunun yanıtıyla Cohn, insan ömrünün çocukluk, yetişkinlik ve ihtiyarlık dönemlerinde hayata bakış açısını ortaya koymuştur.
Peki, siz bu fotoğrafların hangi açısındasınız?
Two Ships: Vilaine Fille Mauvais Garçon (Yön. Justine Triet, 2012)
Henüz otuzlu yaşlarında olan Thomas gençlik hayallerini tam olarak gerçekleştirememiş, ancak umudunu yitirmeyen hayatı olduğu gibi kabul eden bir ressamdır. Resmettiği eserler çok ilgi görmese de elbet bir gün hak ettiği değeri bulacak ve içselliğini hayranlarıyla paylaşıp alternatif bir estetik algı dünyası yaratacaktır. Çünkü çağdaş sanat artık bireyin kendi haz evrenine indirgenmiştir ve alıcının onu kendi individüalist gerekçeleriyle okuması gerekir. Bir gece düzenlenen ev partisinde günlük akışını değiştirecek olan Laetitia ile tanışır. Laetitia, Thomas ile aynı yaşlarda ve erkek kardeşinin bakımından sorumlu genç bir kadındır. Konuşmayı sever ve insanları birer yaşam kaynağı olarak görür. Hayatına giren herkesten kendini sorumlu tutar ve yaptığı her şey için iradesini temele alır. Güçlü bir uyum yakalayan genç çift, gecenin devamını beraber geçirmek ister ve Thomas’ın evine doğru yola çıkarlar.
Two Ships, Bütün hikâyeyi kısa bir sürede izleyiciye verse de etkisi uzun süren bir film olma özelliği taşır. Filmde kullanılan renkler, kamera hareketleri ve müzik anlatıyı canlı bir şekilde destekler niteliktedir. Öyle ki; iki gencin hayat koşuşturmasında, keşmekeşin içinde kendilerine bir vizyon edinme mücadelesidir bu. Yaşam koşulları, günümüz ve deneyimlediğimiz onca etken biz insanları en hakiki duygulardan, sorumluluklardan ve büyük bir buhrandan kendi adımıza pay biçme noktasına getirir. İnsan olmanın ötesinde, tekil bireyin nasıl çoğalarak bir bütünü oluşturduğu sorgulanır. Çünkü karakterler her ne kadar bireyci gösterilse de onları oluşturan toplum etmeninden bağımsız değillerdir. Özgürlük, bağımsızlık ve kendini gerçekleştirme ideası şöyle dursun, insan, her ne kadar kendi olabilme mücadelesi verse de onu oluşturan formlardan asla muaf olamaz. Thomas’ın Laetitia’yı götürdüğü ev aile evidir, aynı gece ilk defa tanıştığı adamın dedesi, babası ve babasının kız arkadaşıyla da tanışarak yabancı bir ortamın söküme uğrayışına şahit oluruz. Akabinde Laetitia’nın hastaneye kaldırılan sorunlu erkek kardeşi ile tanışılır. Birbirini daha önce tanımayan insanların beraber yeni bir bütünü ve tanış hâlini oluşturmaları inanması zor, ama geçerliliği genel bir olgudur. Hani derler ya: “Onu ilk defa görüyorum oysaki; daha eskiden tanıyor gibiyim…” İşte belki de o kısacık otuz dakikada anlatılmak istenen tam da budur. Tanımak çok süslü ve bencil bir kelimedir. Hiçbir zaman emin olunamayacak, ancak tadı damağımızda olacak olan o kadim kelime… İnsanoğlunun en büyük savaşı kendini tanımaktır. Two Ships; Thomas ve Laetitia’nın merkezinde olduğu, büyük bir fırtınanın ortasında limana vuran gemiler misali birbirlerine sığınan bu iki gencin hikâyesini konu edinir. Yönetmenliğini Justine Triet’in üslendiği yapım, yirmi dört saat içinde gerçekleşen olaylardan güncel insan manzaraları sunar.
Film, 2012 yılında Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Avrupa En İyi Kısa Film Ödülü’nün sahibi olmuştur.