Norveç’in güneşli bir yaz gününde, Oslo’daki yeni evlerine taşınmakta olan iki “masum” kız kardeşle tanışırız: Ida, dokuz yaşındadır ve neden yaz tatiline gidemediklerini merak etmektedir. Anna ise Ida’dan yaşça büyüktür ve otizmlidir, kendini konuşarak ifade edemez. Öyle ki filmin açılış sahnesinde Ida’nın Anna’nın bacağını parmaklarıyla kuvvetle sıkmasına rağmen Anna’nın tepkisizliği karşısında merakla bakakalışını izlerken, iki kardeşin ilişkileriyle olan tanışıklığımız başlamış olur.
Son dönemde büyük yankı uyandıran The Worst Person In The World (2021)’ün de aralarında bulunduğu Reprise (2006), Oslo, August 31st (2011) ve Thelma (2017) gibi filmlerin senaristliğiyle tanınan Eskil Vogt, The Innocents (2021)’ta hem senaristlik hem de yönetmenlik rollerini üstlenmiştir. The Innocents, 2021 Cannes Film Festivali’nde “Un Certain Regard” ödülüne aday gösterilmiş olup Vogt’un 2014 yılında Altın Lale kazanan ilk yönetmenlik deneyimi Blind (2014) gibi, geçtiğimiz haftalarda 41. İstanbul Film Festivali’nde de yarışmış ve büyük beğeni toplamıştır.
The Innocents, isminden de anlaşılabileceği üzere, dört “masum” çocuğun birbirleriyle olan ilişkilerini ve birtakım doğaüstü güçlerini anlatan fantastik ögelerle bezenmiş korku-drama türünde bir filmdir. Ana kahramanlardan Ida yeni mahallelerinde, diğer çocuklar tarafından dışlanan Benjamin ile tanışır. Evlerinin hemen yakınındaki ormanda Ben, Ida’ya onu diğerlerinden farklı kılan kimi yeteneklerini gösterir. Ben, “zihin gücü” ile yere düşmekte olan bir kapağın hareket yönünü değiştirebilmektedir. Ida, Ben’in bu sıradışı yeteneği karşısında büyük bir hayranlık ve merak içinde kalır ve iki çocuk birlikte güçlerinin sınırlarını zorlayacak deneyler yaparlar. Bu esnada Ben’in ruhunun karanlık ve şiddete eğilimli yönleri de ortaya çıkacak ve aralarındaki ilişki çok daha farklı bir boyuta taşınacaktır.
Ida’nın, kendi deyişiyle “yalnızca biraz tuhaf olan” kardeşi Anna ile olan ilişkisinin filmin başından itibaren başlangıçtaki soğuk ve vahşi doğasından çıkarak daha karşılıklı ve samimi bir tavra bürünüşünü her iki çocuğa yönelik farklı duyguları deneyimleyerek izleriz. Ida, iletişim kuramadığı, belki bunun için çok da çabalamadığı Anna’ya karşı usanmış bir tutum içerisindedir. Ida’nın doğasındaki kötülük potansiyelini Anna’nın ayakkabılarına kırık cam parçalarını doldurduğu ve kardeşinin ayaklarının kan içinde kalmasını tekinsiz bir ifadeyle izlediği sahnede olanca açıklığıyla görürüz. Bir yandan Ida, Anna’nın yetilerini sınayacak bir dizi deney yapar gibidir, kardeşinin sınırlarının nereden geçtiğini gözlemlemek ister. O yaşı itibariyle dış dünyada olup bitenleri anlamlandırmaya çalışan bir gözlemcidir. Ancak Anna’nın, hislerini ve düşüncelerini kendi doğaüstü güçleri sayesinde birebir deneyimleyebilen yeni bir arkadaşı olur: Aisha. Aisha vitiligo nedeniyle ten rengi alacalı olan, depresif ve ilgisiz annesiyle birlikte kız kardeşler ile aynı mahallede yaşayan bir kız çocuğudur. Farklı bir etnik kökenden gelen Aisha’nın bakışlarında, davranışlarında, sözlerinde engin bir hoşgörü var gibidir, o sezgisel bir çocuktur. Anna’nın varlığını, zorlanmalarını, ifade edemediği isteklerini, anlam veremediği düşüncelerini, zihninin içindeki tüm karmaşayı öylesine bir kavrayışla sezer ki; Anna’yı sakinleştirir, rahatlatır ve Anna’nın konuşma yetisini yeniden kazanmasına yardımcı olur. Aisha ile Anna’nın zihinleri, oyun parkındaki ilk karşılaşmalarında sallandıkları salıncakların eş salınımı gibi bir rezonans içine girer. Bu yeni filizlenen iletişim, Ida’nın Anna’yı tanımasını kolaylaştırırken, Anna’nın zihnini anlayamadığını ve kontrol edemediğini fark eden Ben’in öfkesini ciddi biçimde artırır.
Filmde en çok öne çıkan karakter değişimi, diğer çocuklar ile kıyaslandığında toplum normlarına en uygun görünen -veya bir diğer deyişle en “normal çocuk” olan- Ida’nın özellikle etik açıdan yaşadığı değişimdir. Henüz dokuz yaşında bir okul çocuğu olan Ida, ahlaki gelişim açısından ele alındığında iyiyle kötünün ayrımında henüz yalnızca dışsal etkenlerin belirleyici olduğu, benmerkezci bir dönemdedir. Kötü veya yanlış olan bir davranışı, ebeveyninin olmadığı veya görmediği bir zaman ve mekânda oldukça özgür bir şekilde sergilerken, “kötünün” tanımı aslında buna karşılık nasıl bir ceza verildiğiyle ilişkilidir. Ida’nın Ben ile tanışıklığı, Ben’in sıradışı güçlerini kötülük yönünde kullanma konusundaki dozu gittikçe artan ısrarcılığı; Ida’nın tehdit altında hissetmesiyle birlikte kendisi dışındaki kişiler açısından da düşünebilme yeteneğini ortaya çıkarır. Bunu, annesine sorduğu bir soruyla daha iyi anlarız: “Eğer biri kötüyse, ne yaparsın?” Bu sorunun yanıtını önce kendi adaletini kendisi sağlamakta arar, ancak bunun da işe yaramadığını acı bir tecrübeyle görür. Ida, henüz dokuz yaşında bir çocuk olarak tanık olduğu vahşet karşısında artık toplumsal bakışı da içeren bir ahlaki evreye girerken “suçluluk” kavramının sınırlarını keşfetmeye başlar. Bu noktada kendi yaşamının sürmesi için tekrar tekrar yardım istediği Anna’nın devreye girmesiyle bir nevi sosyal düzeni korumak için var olan kuralların ve toplumun gücünün cezadaki belirleyiciliğini filmin son sahnesinde metaforik olarak izleriz.
Yönetmen Vogt pek çok toplum tarafından “masum” olarak nitelendirilen çocukların aslında öylesine masum olmayan dünyalarını, çocukları ve çocuk olmanın nasıl hissettirdiğini anlamanın en önemli yollarından biri olan oyunların gözlemi ile izleyiciye aktarır. Bu seçimin filmin söyleminde çok güçlü bir yöntem oluşturduğunu söyleyebiliriz. Çünkü çocukların oyunlarında, içinde yaşadıkları o gizli paralel dünyanın izlerini kimi zaman yorumlanabilir, kimi zaman ise büyük bir açıklıkla izleyebiliriz. Nitekim Ida ve Ben’in oyunlarında dünyayı tanımaya ve diğer canlıların üzerindeki etkilerini keşfetmeye dair büyük bir merak vardır. Anna, bir tencere kapağını mütemadiyen çevirerek oynadığı oyununda süreğen ve tekrarlayıcı bir gürültünün zihninde uyandırdığı hazzı deneyimler. Aisha korkudan yalnız başına uyuyamadığında, onun yanında yatmayı reddeden annesinin yerine ona güven veren oyuncağını koyar. Film çocukların “masum” olmalarıyla ilgili en açık ve belki de bu argümanı destekleyen tek söylemini, onların duygularını ve düşünme süreçlerini şeffaf yüzlerinde yakın plan çekim tekniği ile olduğu gibi göstermesiyle gerçekleştirir.
Doğaüstü ögelerin bulunduğu Norveç filmlerinde bu sahnelerin genellikle doğada geçmesi, filmin mekân tercihlerini de etkileyerek güçlendirmiştir. Bir korku filmi için duyguyu kolayca uyandırabilecek kasvetli bir İskandinav atmosferindense, yaz mevsiminde aydınlık bir günde pek çok insanın dışarıda bulunduğu cıvıl cıvıl bir ortamın seçilmesi filmin gerilimiyle yarattığı tezat aracılığıyla izleyiciyi rahatsız eden üslubunu perçinlemiştir.