“…
Açılın açılın tekrar
Çocuk dizlerimdeki yaralar,
Hepiniz benimsiniz:
Mektebim, sınıflarım, oturduğum sıralar…
…”
Ziya Osman Saba
Usta yönetmen Abbas Kiarostami’nin Köker Köyü’nde geçen, Köker Üçlemesi’nin ilk filmi olan Khane-ye Doust Kodjast (1987), seyirciyi İran’ın kurak kırsalında, çocukluğun içtenlik ve temizlikle bezenmiş incelikli dünyasına doğru şiirsel bir yolculuğa çıkarıyor. Taşranın ve doğanın insan ruhuna dinginlik veren çağrısına karışan zamansız bir telaşın, geceyi ve gündüzü tüm aceleciliğiyle sarıp sarmaladığı film, küçük Ahmed’in (Babek Ahmed Poor), arkadaşının kendisinde kalan defterini ona ulaştırma heyecanı ve endişesiyle ufak tepeleri, kıvrımlı yolları ve mavinin derin sükûnetine uzanan gıcırtılı kapıları aşındırması eşliğinde, adeta soluk soluğa bir kovalamacaya dönüşüyor.
Ahmed’in, kendisi gibi sessiz bir çocuk olan sıra arkadaşı, öğretmeninin tüm uyarılarına rağmen ev ödevlerini bir türlü defterine yapmaz. En sonunda, bir daha aynı şeyi tekrarlayacak olursa sınıftan atılacağını öğrenir ve sınıf arkadaşlarının önünde gözyaşlarına boğulur. Ancak; Ahmed’in okul dönüşü eve vardığında yanlışlıkla arkadaşının defterini aldığını fark etmesiyle birlikte, küçük dostunu makûs talihinden kurtarmak zorunda hissedişinin vicdani sorumluluğu tüm ağırlığıyla üzerine çöker. Defterin, sahibine ulaştırılması için soluk soluğa bir mücadele başlar. Yol boyunca pek çok aksilikle karşılaşır Ahmed. Karşısına çıkan insanların kimisi hasta ve yaşlı, kimisi ise gündelik koşuşturmacaların yorgunluğuna kapılmış; Ahmed’in sabırsız suallerine kulak asmadan, kervanını önüne katıp giden sessiz yolcular gibi usulca yoluna devam eder. Küçük çocuk, arkadaşının evini kime sorsa yeni bir kapı işaret edilir uzaklarda yarı aralık; bahçesine girdiği evlerden birinde, çamaşır ipine asılı nemli bir çocuk pantolonuyla karşılaşır, arkadaşının evini bulduğuna inanarak bir anlığına ümitlenir. Ancak titizlikle sürdüğü izler, bu cesur kahramanı başladığı yere geri döndürmenin ötesine geçemez. Nefes nefese de kalsa yorulmadan koşmaya, aynı tepeleri tırmanıp aynı taşlar üzerinden atlamaya devam eder Ahmed. Hayatın özünü, yaşamın saklı anlamını, ince un taneleri gibi eleğinden geçirmiş köylülerin gerçekliklerinin içten içe mayasını şekillendirdiği bir hamurdur âdeta o.
En nihayetinde, tüm uğraşlarının sonunda Ahmed, arkadaşının evini bildiğini ve isterse onu götürebileceğini söyleyen yaşlı bir adamla karşılaşır. Gece çökmüş, karanlığın tekinsiz sokaklarında volta atan gölgeler, küçük çocuğun ürkek bedeninden loş nöbetçiler gibi akıp geçmeye başlamıştır. Yolculuk uzun sürer. Yaşlı adam çeşme başında soluklanıp yüzünü yıkadığı sırada bir çiçek koparıp verir Ahmed’e ve elinde sabırsızlıkla tuttuğu defterin arasına koymasını ister çiçeği kaybetmeden. Dar sokaklarda, bitkin adımların yorgunluktan tükenerek sürüklendiği yolculuğun sonunda eve ulaşabilmişlerdir. Fakat gecenin ürpertici soluğu, galip gelmeye kararlıdır Ahmed’in inatçı arayışlarına. Rüzgâr hiç esmediği kadar sert eser aniden, köpekler art arda havlamaya başlar anlaşmış bekçiler gibi. Küçük çocuk defteri veremeden evine geri dönmek zorunda kalır ve yenilginin kahredici üzüntüsüyle ağzına bir lokma dahi yemek koymadan sessizce köşesine çekilir. Babasının tamir etmeye çalıştığı cızırtılı radyo, Ahmed’in, dilinden dökülemeyen iç sıkıntıları gibi kekeler durur hiçliğin yankısına karışarak. Ahmed o gece geç vakte kadar uyumaz, rüzgâr kapıları ardına kadar açar, meraklı bir keşiş gibi evin kuytu köşelerinde soluksuz gezintilere çıkar.
Küçük çocuk, ertesi sabah derse geç kalır. Usulca sırasına geçer, arkadaşının defteriyle birlikte kendi defterini de çıkararak masaya koyar ve arkadaşına onun ödevini de yaptığını söyler. Tüm gün, hatta gecenin bir yarısına kadar arkadaşına defterini ulaştırmak için çabalayan Ahmed’in, ödevi arkadaşının yerine yapma fikrinin, ancak tüm umutlarının tükendiği anda aklına gelmesi ise çocuk ruhunun uçsuz saflığını seyirciye en vurucu şekilde hissettirmesi açısından muazzam bir ayrıntıdır. Öğretmen kontrol için geldiğinde defter sayfaları birer birer çevrilir; film, sayfalardan birinde uysalca uzanan minik bir çiçeğin kadraja girmesi ile son bulur. Şiirsel gerçekçiliğin usta ismi, efsane yönetmen Kiarostami’den umut, sevgi, merhamet ve fedakârlık üzerine söylenebilecek en güzel sözlerin, sinematografisiyle büyüleyen dupduru kadrajların yer aldığı su gibi akıp giden bir film Khane-ye Doust Kodjast. Doğaya, taşraya, insana; çocukluğa ve yaşlılığa, doğuma ve ölüme dair bir tanıklıklar geçidi âdeta. Şairin de dediği gibi, çocuk dizlerindeki yaraların tatlı anısında, dostluğa ve hesapsız adanmışlıklara uzanan tozlu bir yolda, düşe kalka ilerleyen tüm çocukların kalbinden kopup gelmiş sımsıcak bir parça.
Usta yönetmenin 1 filmi haricinde bütün filmlerini izledim. Her biri birbirinden keyifliydi. Hiçbiri için “şu daha iyiydi” vs. Diyemiyorum ama Arkadaşımın Evi Nerede filmi söz konusu olunca içimi bambaşka bir sıcaklık kaplıyor. Ve öyle zannediyorum ki filmin sonunda ahmedpoor’un parmaklarındaki kalem lekelerini görünce oturup ağlayan bir benim. Çünkü ahmedpoor da nimetzade de bizim çocukluğumuzun bir yansımasıydı. Öğretmenimizin korkusundan ödevimizi yapmadığımız gün nasıl köşe bucak kaçacak delik arıyorduk o sınıfta.. Ve aslında böyle net bir korku betimlemesinden ziyade beni en çok etkileyen görüntülerden biri de nemetzade’nin her şeye rağmen yırtık defter kağıdını çıkarıp öğretmenin ödevleri kontrol etmesini beklemesiydi. Close up filminde de onlarca sahne içerisinden en çok üzerinden oturup kafa patlattığım hüzünlendiğim sahne Makhmelbaf’in Sabzian’in aldığı çiçeği değiştirmesini istemesi ve Sabzian’in da bu dediğini sorgusuz sualsiz yerine getirmesiydi. Haftalarca bir başkası gibi davranıp ev ahalisine kurduğu üstünlüğün o gerçek kişi karşısında yok olunmasından çok etkilenmiştim. Uzun lafın kısası Kiarostami dünyamız için bir nimettir. İzleyin izlettirin anlatın yazın çizin unutmayın onu. Unutmayın.