Disney’in ticari başarısını ve patentini aldığı kült eserleri takip eden kitlenin devam filmlerinde beklediği hazzı yaşayamadığını hepimiz biliyoruz. Hâl böyle olunca köklü bir geçmişe sahip olan Disney, yeni gelecekte de hükümdarlığını çoktan ele almış görünüyor. İlk yenilgiyi Lucas Film’den Disney’e geçen Star Wars serisiyle yaşayan hayran topluluğu muhtemelen uzun süreler boyunca Disney evrenine temkinli yaklaşmaya devam edecektir. Neyse ki yönetici yapımcılığını üstlenen George Lucas ve Steven Spielberg bu kez Indiana Jones’u Disney’e tamamen teslim etmeden on beş yıl sonra kaldığı yerden yolcuğuna devam etmeyi seçmiş. Lucas Film’in Disney tarafından satın alınmasından sonra Indiana Jones and the Dial of Destiny, Walt Disney Studios Motion Pictures tarafından dağıtılan ve Disney-Lucas Film olarak sunulan serideki ilk film olarak karşımıza çıkıyor. Bana kalırsa yılların efsanevi Indy’si ikilinin (Lucas-Spielberg) kırmızı çizgisi konumunda ve seyirciye Indiana Jones hâlâ sizlerin anılarına ait, revize edilmiş bir karakter değil diyerek temkinli yaklaşıyor.
Yıl 1944 Führer savaşı kaybetmiş, ağır yenilgi içerisinde gözlerden kaybolmuştur. Nazi ideolojisi hâlâ her şeye rağmen etkinliğini korumaktadır. Führer’in askerleri tarafından yakalanıp idama götürülen Jones kaçmayı başarır. Savaş ganimetlerini kurtarıp tarihi eserleri korumak için iş arkadaşı Shaw ile birlikte İsa’nın kanını akıtan mızrağın peşine düşer. Ancak trende mızraktan daha da değerli olan paha biçilemez bir nesne vardır: Arşimet Kadranı (Antikitera)
Dünyanın en eski mekanik bilgisayarı olarak bilinen Antikitera aslında mucizevi bir düzenek olmasının aksine tamamen matematiksel bir formüle sahiptir. İlk tasarlanış amacı astronomiye ait bilgilerin ve gezegen hareketlerinin eş merkezli halkalar üzerinde gösterilmesiydi. Ancak antik dönemlere ait gizemli bilgiler ve uygarlığın yeryüzündeki kurucuları olarak anılan Anunakiler efsanesine dek dünya insanları gerçeküstü pek çok yaklaşımda bulunmayı kendilerine düstur edindi. Geçmişle iletişim tutkusu hem metaforik hem de sözdizimsel olarak bir uygarlık ideolojisine dönüştü. Söz konusu kadran literatürde Yunan Tanrıları’nın cennetine açılan bir portal olarak lanse ediliyor. Indiana Jones ise Arşimet’in bu doğa harikası portala -kadran kimdeyse hükümdar odur- önermesiyle yaklaşıyor ve gerçekliğin ötesinde zamanı bükerek farklı çağlara yolculuk yapılabilmesini mümkün kılıyor.
Film ilk sorunsalını Naziler üzerinden göstermeyi tercih etmektedir. Bu yaklaşımı kurgu düzlemi içinde ele almadan önce senaryosunun James Mangold, Jez Butterworth ve John-Henry Butterworth tarafından ortaklaşa yazıldığını söyleyelim. Filmin bana kalırsa önemli bir rolünü hiçbir zaman görmediğimiz ancak yankılarını film boyunca hissettiğimiz Adolf Hitler üstlenmekte. Kadran’ın dünyaya hükmetmek, zamanda yolculuk ve boyutlar arasılığını da düşünecek olursak Hitler’in okültizm tarihine de değinildiğini görüyoruz. Holokost mimarlarından Heinrich Himmler’in mitoloji ve arkeoloji bilgilerini kullanarak Ari ırkın mistik kodlarını araştırdığı söyleniyordu. Bu detay bilinçli olarak mı yoksa tesadüfi olarak mı tasarlandı sine-zaman bakımından ucunun açık bırakıldığını görüyoruz. Çünkü önemli detaylara fazla yer verilmeden herkesin bildiği kadarına hâkim ilkokul seviyesinde bir düzeyde Nazi felsefesi hissediliyor. Keza sıkı bir Indiana Jones takipçisiyseniz, neden sonuç ilişkisi kadar olmamış ihtimaller de dramatik kurgu kadar önemli. The Dial of Destiny bu bağlamda kendisinden önceki dört filmle birlikte ayrılmaz bir parça olmuş diyebilirim.
James Mangold, Steven Spielberg’den aldığı emaneti büyük bir titizlikle korumayı başarmış; ancak Harrison Ford’un CGI teknolojisiyle gençleştirilmiş sahneleri dolayısıyla eleştiri oklarından pirüpak bir şekilde de arınamıyor. Bu hususta gelecek tepkileri bir nebze engelleyebilmek için oyuncu kadrosunun büyük bir özveriyle hazırlandığını düşünebiliriz. Phoebe Waller-Bridge, Mads Mikkelsen ve Antonio Banderas gibi isimlerle güçlenen hikâye sürekli artan macera ivmesiyle 2008 yılında bıraktığı Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull’dan daha tatminkâr bir seyir hazzı yaşatıyor. Artık daha olgun ve daha kaderci; belki biraz daha durağan, gerçek hayata adapte olmuş bir arkeoloğun yaşamına dahil oluyoruz ve bu gibi özellikler bağdaşım kurma potansiyelini seyirci nezdinde daha da arttırıyor.
Görkemli Veda
1981 yılında Raiders of the Lost Ark ile başlayan Indiana Jones macerası nelere şahit olmadı ki? Gizli ahit sandığından Sovyet ajanlarına kadar hem dünya tarihini hem de arkeolojiyi etkileyen olayların gölgesinde sinematik bir kronolojiyi takip ettik. Sean Connery’den River Phoenix’e birbirinden değerli oyuncuları beyaz perdeye taşıdı Spielberg. Hem Ford’un hem de Spielberg’ün bu nahif vedası Jones filmleriyle büyümüş geniş bir topluluğa kendisine yakışır bir üslupla veda ediyor. Bu tutumun en önemli sebebi filmin beş serilik yolculuğunda her ne kadar popüler kültür ürünü gibi görünse de asla alt metinsiz sıradan bir ticari film olmamasıdır. Arkeoloji bilimine, sanata, mistik bulgulara her zaman kurgusal kanıtlarla delil sunan bir yapım oldu Indiana Jones. Uluslararası Prömiyerini Cannes’da gerçekleştirdiğinde beş dakika boyunca ayakta alkışlandı. Kuşku yok ki Indiana Jones, kendisinden sonra gelecek olan birçok filmin öncüsü olmaya kaldığı yerden devam edecektir.