Genç ve başarılı yönetmen Xavier Dolan’ın yönettiği Laurence Anyways (2012), “Benim dilimden anlayacak ve benimle konuşacak birini arıyorum,” cümlesiyle başlıyor hikâyesini anlatmaya. Laurence’ın (Melvil Poupaud) içine hapsolduğunu hissettiği bedenden, ait olduğu bedene geçmek; kadın olmak istemesi üzerine kendi dilini arama hikâyesine odaklanıyor. Filmin üzerine yapılandırıldığı karakter Laurence; bir lisede edebiyat öğretmenliği yapıyor ve aynı zamanda alanında prestijli ödüller alacak kadar da yetenekli. Hayatındaki kadına; Fred’e (Suzanne Clement) çok aşık. Değişmekten korkmayacak kadar cesur, kendi değişimini kendisi başlatıyor. Bu süreçte çevresindeki her şeyin son derece hızla değişiyor olması açısından da filmi başlatan bu replik, neredeyse onun bütün istediğinin özeti gibi yer alıyor filmin başında. Dolan’ın filmografisine bakıldığında, bu filmle artık tam olarak kendi tarzını oturtmuş bir yönetmenin izlerini izliyoruz. Konusu gereği yeni queer sinemanın önemli temsillerinden kabul edilse de; işleniş biçimi itibariyle içinde daha da fazlasını barındırıyor. Film, cinsel kimliğin normatif yapısını sorgulamaya açarak; insanın yargıları, toplumun normları, ilişkilerin değişkenliği üzerine düşündürüyor.
Dolan’ın özenle kurguladığı dünyaya, henüz ilk sahnede kamerayı delip seyirciye ulaşan dik bakışlarla giriyoruz. O bakışlar ki; toplumun değer ve ön yargılarının kırbacını daha filmin en başında sırtımızda hissettiriyor. Filmin sonunu başına alan Dolan, aslında bu sahneyle seyirciyi oturduğu koltuktan kaldırıp Laurence’ın bulunduğu noktaya koyuyor. Laurence yürümeye devam ediyor ancak o bakışlar yürüdüğü sokaklarda, alışveriş yaptığı markette, kendisini gören balkonlarda peşini bırakmıyor. Böylece ayrımcılık, ötekileştirme, dışlanma kavramları ilk sahne itibariyle yakamıza yapışıp kalıyor. Film bir değişim hikâyesi etrafında bu kavramlara karşı verilen mücadeleyi merkezine alıyor.
Filmin tek bir zaman dilimi üzerinde ilerlemiyor olması karakterlerin ve ilişkilerinin geçirdikleri değişimlere aşina olmamızı sağlıyor. Laurence’ın otobiyografisini yazdığı günden geriye doğru, değişimin başladığı zamana; on sene önceye gidiyoruz. Birbirlerinin bedenlerine şiirler yazan Laurence ile Fred’in aşk ve tutku dolu hayatlarına böylece girmiş bulunuyoruz. Başlarda onun Fred’le olan ilişkisi hariç bir şekilde hep tasalı olduğunu hissetmek mümkün. İkisinin yaşadığı dolu dolu ve tutkulu aşkı iliklerimize kadar hissetmek de öyle. Ancak ne bu aşk ne de kendi tutkuları, Laurence’ın ait olmadığı bir bedende yaşamasını tolere edemiyor elbette ve dönüşüm başlıyor. Her değişim gibi sancılı olan bir değişimi izliyor ve buna maruz kalan bir aşkın dayanıklılığını sorgulamaya başlıyoruz. Laurence yıllardır bir kadın olarak doğduğu kişinin hayatını harcadığını ve artık buna katlanamadığını söylediğinde, Fred kendisinin onda sevdiği her şeyden Laurence’ın nefret ettiğini düşünüyor. Bu düşünce Laurence açısından “Bende sevdiğin tek şey bu mu?” sorusuyla karşılık buluyor ve aslında aşkın cinsiyetten bağımsız olduğunu yoğun olarak sezdiren, bu ilk yüzleşme sahnesi oluyor. Zaman geçmeden ve fazla düşünmeden Fred de kendisi için esas önemli olanın Laurence’ın yanında uyanmak olduğuna karar veriyor ve onunla olmaya devam etmek istiyor. “Bunu birlikte yapmaya” karar veriyor.
Bu konuyla ilgili konuşmaları genellikle özel alanlarda çekmeyi tercih eden Dolan, Fred’in yakınlarına ilk kez içini döktüğü sahneyi yatak odasında, Laurence’ın ilk makyaj yaptığı sahneyi ise banyoda çekmeyi seçmiş. Bu seçimlerinde kamerayı duvarın arkasına veya banyonun dışına yerleştirerek izleyicide konuşmaları dışarıdan dinliyormuş hissi uyandırmış. Bu içeride olmama, dışarıdan izleme hali filmin bütün derdiyle örtüşüyor çünkü aslında bir şekilde karakterler de Laurence’ı dışarıdan izliyorlar.
Fred, Laurence’a karşı hissettiği hiç bir şeyin değişmediğini düşünüyor. Onu ilk kez makyaj yaparken izliyor. Ona peruk seçiyor. Zor olsa da hayat ikisi için devam ediyor. Ancak hali hazırda iletişim problemi yaşayan ailesinin, özellikle annesinin tepkisi Fred’inki gibi olmuyor. Annesi, oldukça cinsiyetçi tepkiler veriyor. Zaman ilerledikçe ilişkilerin ve karakterlerin dönüşmeye başladıklarını önce Laurence, ardından Fred ve annesi üzerinden görmeye başlıyoruz. Laurence’ın bedensel değişimiyle hayatındaki değişim eş zamanlı gidiyor. İşe ilk kez kadın kıyafetleriyle gittiğinde film de dramatik dönüm noktasına ulaşmış oluyor. Sınıfta uzun süren sessizlikten sonra bir öğrenci elini kaldırıp kendisiyle ilgili değil, dersle ilgili soru soruyor. Bu sahnede Melvil Poupaul’un oyunculuğundan söz etmenin belki de tam sırası; çünkü orada yalnızca durarak çok şey anlatmayı ve çok şey saklamayı başarıyor. Sahneye tam yerinde giren müzikle birlikte seyircinin iç ritminin artacağı ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir yöne doğru ilerlemeye başlıyor film. Laurence en baştaki delici bakışlara okul koridorlarında da maruz kalıyor. Sonunda okul yönetimi ne yapıp edip onu işinden ediyor. İşinde, gittiği barda, sokakta haksızlığa ve ayrımcılığa maruz kalmasına rağmen ne karakter ne de film mağdur edebiyatından beslenmiyor. Kendi dilinden anlayan başka insanlarla tanışınca yepyeni bir ortama giriyor Laurence. Fred’le ilişkileri kopma noktasına geliyor; hiç istemeseler de ilişkilerinin kaldıramadığı bir sürece giriyorlar. Bu ayrılığı ve birbirlerinden bağımsız kurdukları hayatları izlemek, yine tutku dolu birleşmelerini görmek için zemin hazırlıyor. Değişimin başka hayatlara savurduğu iki insan hâline gelseler de sonunda vazgeçemedikleri tek şeyin, gerçek hisleri olduğunu tekrar ve tekrar anlıyoruz. Çift, yıllar sonra başta Laurence’ın Fred’i izlemesi, ona şiir kitabını yollaması ve sonunda onu ziyaret edişiyle tekrar bir araya geliyor. Fred’in şiirleri ilk defa aldığı sahnede hissettiklerini -belki senaryoda sayfalarca yazılması gereken replikler yerine- Xavier Dolan tek bir aksiyon alarak tamamlıyor; suları salonun tepesinden aşağı Fred’in üzerine dökerek koskoca bir duygu hâlini tek dokunuşla anlatıyor. Laurence’ın onu bir kez çağırması daha önce üzerine uzun uzun konuştukları göle onunla gitmeye karar vermesine yetiyor. Birlikte kurdukları hayali, değişen hayatlarına rağmen gerçekleştirdiklerinde üzerlerine yağan rengârenk kıyafetler gerçeklikle bağı bir kez daha koparırken normalin değiştiği bir dünyanın resmini çiziyor. Tüm bu değişimin içinde, hayatlarına giren başka insanlara rağmen değişmeyen tek şey birbirlerine karşı hissettikleri duygu oluyor.
Melvil Poupal ve Suzanne Clement’in duygular arası geçişleri, iniş çıkışları ile insanı ekrana kilitleyen oyunculukları ve Xaiver Dolan’ın kendine has rejisiyle neredeyse üç saatlik zamanı su gibi akıtan bir film Laurance Anyways. Kostümlerin döneme ve anlara çok yakışması filmin görsel gücünü pekiştirirken film müzikleri de ritmi hep yüksek tutarak filmin tamamlayıcı ögesi oluyor. Cannes Film Festivali dahil dünya çapında bir çok prestijli festivalden çeşitli ödüllerle dönen film; aşkın cinsiyetsizliğine vurgu yaparken bir yandan da dikkatleri transfobiye çekmeyi başarıyor.
İlgi Özdikmenli
Harika ve özgün bir anlatım, teşekkürler.