Yetmişli yıllar Amerika’sında, on beş yaşında erkek bir ergen olduğunuzu düşünün. Takıntılı ve tuhaf anneniz yüzünden, bir o kadar alkolik babanızın evi terk ettiğini… Annenizin terapisti olan bir adamın evinde, köpek maması yiyen karısı, kedisinin kendisiyle konuştuğunu iddia eden büyük kızı ve can sıkıntısından kurtulmak için elektroşok aletini oyuncak gibi kullanan küçük kızıyla birlikte yaşamak zorunda kaldığınızı… Otuz beş yaşında, şizofren bir adamla seviştiğinizi… Ve sonunda tüm bu ayrıntıların sizi bir yazar yaptığını… Değmez mi? Bence değer.
O yazar Augusten Burroughs ’un aynı adlı romanından Ryan Murphy tarafından sinemaya uyarlanan Running With Scissors (2006), gerçek bir yaşam öyküsü aslında. Augusten’in (Joseph Cross) çocukluğundan itibaren başlayan abukluklar silsilesi, ergenliğe erişmesiyle kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlar. Annesi Deirdre’nın (Annette Bening) şiir yazmaya ve ünlü bir şair olmaya kanalize olmuş yaşamı gitgide daha da çığrından çıkarak, Valium’ların çerez gibi yutulmaya başladığı bir hale geldiğinde, filmin ilk terk edişini gerçekleştiren kişi olan alkolik baba Norman (Alec Baldwin) kendini bu anlamsız gidişattan kurtarmış olur. Ancak ve ancak geride bıraktıklarının başına neler geleceğini ne yazık ki önceden kestirememiştir. Annesi tarafından terapist bozuntusu Dr. Finch’in (Brian Cox) evinde terk edilen Augusten, son çare olarak babasını aradığında öğrenir bunu. Telefon yüzüne kapanır. Norman içkisini içmeye devam eder. Augusten ise yaşamın ona getireceklerini beklemeye koyulur sükunetle.
Ama içinde bulunduğu ev, sükunete mahal verecek bir ortam değildir. Amerikan filmlerinde dibimiz düşe düşe izlediğimiz, o canım “suburb” mahallelerinin birinde, birbirinden şahane evlerin arasında çürük diş gibi sırıtan, camları gazete kağıtlarıyla örtülmüş, pembe bir evde yaşamaktadır o. Evin kontrolünü tamamen kaybetmiş olmaktan mütevellit, hafiften balataları sıyırmış hissi uyandıran ve televizyon izlerken köpek maması kemiren bir anne vardır en başta: Agnes Finch rolünde Jill Clayburgh harikalar yaratmaktadır. Evin büyük kızı Hope (Gwyneth Paltrow), kedisi Freud’un onunla konuştuğunu iddia etmektedir. Sırf Freud ona bu hayattan bıktığını söylediği için onu bir çamaşır sepetinin altına koyarak açlıktan ve susuzluktan ölene kadar bekleyecek, ve bunun Freud’un kendi isteğinin ve kederinin bir sonucu olduğunu iddia edecek kadar kaçıktır. O kadar kaçıktır ki, yaptığı güzel kokulu güvecin gizli malzemesinin, aylar önce uygun bir törenle ailecek bahçeye gömdükleri Freud olduğunu söylediğinde herkes gibi seyirci de ona inanır. Evin küçük kızı Natalie (Evan Rachel Wood) ise her ne kadar “asi ergen” tipolojisine sahip olsa da aslında basit, duygusal ve cesaretsiz bir genç kızdır. Ama o da arızalıdır elbette. Öyle ki, masaların, sandalyelerin ve tezgahın üzerinde bulaşık, tencere ve bilumum kirli yemek malzemesinden geçilmeyen, evin ruhsuz ve basık mutfağında içi daraldığında, Augusten’in mutfak tavanını yerle bir etme önerisine balıklama atlayabilir. O tavan iki süpürge darbesiyle, tozu dumana katarak tepelerine inebilir, ve dahi evin babası olan baş kaçık buna son derece sıradan bir tepki verebilir.
“Baş Kaçık” diye tabir ettiğimiz sayın Dr. Finch ise, çok uzaktan bakıldığında, tek derdi ailesini geçindirmek ve onlara güzel günler yaşatmak olan bir aile babasıdır. Ama aynı zamanda kaçık olmasından olsa gerektir ki, bu amacına ulaşmak için normal yolları tercih etmemektedir. Aslında kendisinden medet uman zavallı insanların güvenlerini kazanıp paralarını cebe indirmeyi hedefleyen, sürekli mali sorunlar yaşayan, evlat edindiği çocuklarının bile (bkz. Natalie, Augusten) kolej paralarını ya da nafakalarını yiyen bu adam, bir yandan da tanrının, boku aracılığıyla kendisiyle iletişim kurduğuna inanacak kadar delidir.
(“The shit is pointing out of the pot, towards heaven, to God. My turd is a direct communication from the Holy Father!”)
Filmin en renkli karakterlerinden biri olan Neil Bookman (Joseph Fiennes) ise, bir yandan alabildiğine duygusal, aşık ve romantikken, diğer yandan da aynı derecede öfkeli ve saldırgandır. Dr. Finch’i uykusunda öldürme raddesine geldiği bir gece, hikayenin -Norman’dan sonra- ikinci gidişini gerçekleştirir, ve ortadan kaybolur.
Filmin üçüncü ve son gidiş performansını ise Augusten ortaya koyacaktır. Annesinin sakinleştiriciler, alkol ve sigara üçgeni ortasında heder olup gittiğini, Bookman’ın gittiği yerden dönmediğini, ve yaşadığı evde artık başına gelecek hiçbir şeyin kendisini daha fazla şaşırtamayacağını anladığında, bir anda lezbiyen bir şiir gurusu oluveren annesini, iki senedir Noel ağacını evin ortasından kaldıramayan manevi annesini, babasının “mastürbasyonhanesinde” güzellik uykularına yatan manevi kız kardeşini, içinde yaşadığı bu tuhaf hayatı ve o hayata dair her şeyi terk etmesi ve kendi için bir hayat kurması gerektiğini fark eder. Gelgelelim, Natalie’yi geride bırakmaya el vermez yüreği… Yine de Natalie, tüm o üniversite okuma hayallerine rağmen Augusten’la gitmeye cesaret edemez.
Augusten’ın Natalie’yi beklediği otobüs durağında, New York’a gidecek olan otobüsün kalkmasına dakikalar vardır şimdi. Ve bir bankta oturmaktadır Augusten, yanında Agnes ile… Natalie gelmeye cesaret edememiştir belki ama, en beklenmedik şekilde o Noel ağacını kaldırmaya, ve hayatında iyi yönde bir değişiklik yapmaya karar vermiştir Agnes. Şimdiye dek biriktirdiği, en zor durumlarda bile Doktor Finch’e vermeyi düşünmediği tüm parasını Augusten’in ellerine bırakır. Bu onun hayatında yaptığı en büyük yatırım olacaktır.
Augusten kendisi için aldığı kararı uygular, ve bir yazar olur. Geride bıraktıkları ise kendi hayatlarını yaşamaya devam ederler bir şekilde. Onunla ya da onsuz…
Özellikle gerçek bir hikayeye dayandığından, ve belki de bu “gerçek” hikayedeki tüm karakterler aslında gerçek olamayacak kadar aykırı olduğundan benim için özel, önemli ve güzel bir filmdir Running With Scissors. “Hayatta sınırlar olmalı mıdır?” sorusunu mütemadiyen akla getiren, seyirciyi kendi çocukluk ve gençlik sürecini hatırlamaya iten, aslında sıradan olan insanların bir nedenle çıldırmalarını konu alan film, sinema sitelerinde bahsedildiği gibi salt drama ya da salt komedi filmi değildir fikrimce. Hatta salt ikisi bile değildir. Daha başkadır. Daha özeldir. Daha manidardır…