Orta Doğu’nun sınırlarının çizilmesinde söz sahibi olan tek kadın, Gertrude Bell’in hikâyesini anlatan Letters From Baghdad (2016) o dönemde erkek egemenliğinde olan politika dünyasına ve Bell’in kendi özel yaşamına bir kapı aralıyor. Yönetmenler Sabine Krayenbühl ve Zeva Oelbaum onun bilinmeyen hikâyesini tamamen kurmaca bir film ile aktarmak yerine, kurmaca ve belgesel formlarını birleştiren bir yapı ile anlatmayı seçmişler. Bell’e ait fotoğraflardan ve 1920’lere ait arşiv görüntülerinden oluşan imajların yanında filmin içinde pek çok röportaj da bulunuyor. Bell’in ölümünün hemen arkasından çekilmiş izlenimi uyandıran film, kendi zamanı için fazlası ile sıra dışı olan bu İngiliz kadının hikâyesini onun farklı kimlikler sergilediği aşk, aile ve politika hayatından sekanslar ile oluşturduğu bir bütünlük içerisinde anlatıyor.
Orta Doğu haritasının üzerine düşen yazılar ile açılışını yapan Letters From Baghdad, kendisini Bell’in kendi kelimeleriyle anlattığı hikâyesi olarak tanımlıyor. Haritanın kararması ile birlikte ilk arşiv görüntüsü ile ekran yeniden aydınlanıyor. Develer üzerinde film dilinin tersi yönden, çerçevenin sağından soluna doğru hareket seyyahlar, hem Bell’in karakterine uygun düşüyor hem de belgeselin anlatım biçimine bir gönderme yapılıyor. Film, Bell’in hayatını en başından sonuna doğru anlatmak yerine, onun başardıklarından ve arkasında bıraktıklarından başlayarak seyirciyi Bell’in kendi zaman dilimine dahil ediyor. Seyyahların üzerine düşen röportaj görüntüsü de bunu destekler nitelikte. Filmin ilk röportajında General Sir Gilbert Clayton, izleyicilere Gertrude Bell’i anlatmaya başlıyor. Tipik bir röportaj olarak gözüken bu sekansta, klasik bir soru cevap çekiminden farklı olan birkaç detay var. Generali pek çok filmden tanıdığımız Michael Higgs canlandırmış. Higgs’in üzerindeki kıyafetler, saçı ve aksanı ise bizlere fotoğraflardan aşina olduğumuz 1920’lerin ikonik stilini anımsatıyor. Çekim de bu sekansın 2016’da değil de gerçekten 20’li ya da 30’lu yıllarda 8 ya da 16 mm ile kayıta alındığı izlemini veriyor. General kendi bakış açsından Gertrude Bell’i anlatırken bu sefer Lawrance of Arabia olarak tanınan T. E. Lawrence röportajı başlıyor. Görüntülerin doğallığı sebebi ile, röportajların kurmaca kişiler tarafından canlandırıldığı belgesellere alışık olmayan bir seyircinin bu çekimleri de arşiv görüntüsü olarak algılayabilme ihtimali bile var. Filmin devamında karşılaşacağımız zengin arşiv görüntülerini düşünecek olursak, neden arşiv görüntüsü ve dış ses kullanmak yerine böyle bir yol tercih edildiği sorusu çıkıyor karşımıza. Buna cevap olarak da filmin başlığının göründüğü sekansı yorumlayabiliriz. Dört farklı oyuncu tarafından canlandırılan dört farklı karakter ile yapılan röportajlardan sonra Letters From Baghdad başlığı dingin bir su görüntüsü üzerine, suyun sesi ile birlikte düşüyor. Röportajlar ile kurulmaya başlanan gerçekçi bir yapıya karşı duygu dünyasına gönderme yapan bu sekans Gertrude Bell’in sonradan gelmesine rağmen artık tamamen bağlandığı ve bir parçası olduğu Orta Doğu coğrafyası ile arasındaki ilişkiye yapılan bir gönderme niteliğinde. Film bize geçmişte kalmış bir hikâyeyi günümüze taşıyacak şekilde anlatmıyor, hikâye ile birlikte belgeseli de Gertrude Bell’in zamanına göre donduruyor. Belgeseli Bell’in yaşadığı zamanında bırakma fikri, kurmaca yapısından dolayı seyirci için daha az inandırıcılık gücü taşıyabilir ama filmi Gertrude Bell’in kendisine daha fazla yaklaştırıyor. Oceanic feeling olarak yukarıda yorumladığımız başlık sahnesi de filmin bu zaman seçimini ana karakterinin duygu dünyasının içine girebilmek için yapmış olduğu düşüncesini destekliyor.
Özel yazışmalardan ve mektuplarından kurulan olay örgüsü, seyirciye Gertrude Bell’in sesi olarak tanıtılan bir dış ses sayesinde aktarılmaya başlanıyor. Aile fertlerinin yaptığı röportajlar ile belgeselini izlediğimiz tarihi kişiliğin arkasında bıraktığı izlere ve tarih sayfalarındaki önemine dair bilgiler izleyiciye veriliyor. Film böylece sonuna kadar sürdüreceği ikili yapısını da kurmaya başlamış oluyor. Bir yanda tarihi belgelere ve tanıklıklara dayalı çizilen bir Gertrude Bell, öbür yanda aşklarını, zaaflarını ve düşüncelerini kendi kelimeleri ile bize anlatan ikinci bir Gertrude Bell. Seyircinin bu tasvirlerden hangisini seçeceği ya da ortak bir potada buluşturacağı ise kendisine bırakılmış. Film, perdeye yansıttığı farklı yüzlerden birinde karar kılmıyor. Herkes gibi farklı durumlarda farklı maskeler takan bu kadını olabildiğince anlamaya çalışıyor. Filmin giriş kısmında izlediğimiz Gertrude Bell’in ölümünün hemen arkasından yapılmış gibi tasarlanan röportaj sekansından sonra, babasına yazdığı mektuplardan biri ile karakterin iç dünyasına giriyoruz. Bilgi vermeye endeksli bölümler ile duygu dünyasını betimleyen parçalar arasındaki köprüyü ise filmin oldukça zengin arşiv görüntüleri kuruyor. Farklı ülkelerin görüntülerinden oluşan arşiv, röportaj veren anlatıcıların ya da Bell’in mektuplarındaki hikâyeleri temsil edecek şekilde kurgulanmış. Bell’in çocukluk yılları, Oxford dönemi ve ülkeyi ilk terk edişi hem görsel hem de işitsel olarak izleyicisine ulaşıyor. Dış sese eşlik eden arşiv görüntüleri ise döneme ve mekâna ait insan görüntülerinden başlayarak doğa görüntülerine kadar uzanan geniş bir yelpazede. Bell’in bahsettiği kabileler ve bölgeleri görselleştiren arşivin yanında bir gölün close-up’ı, kuş, arı ve deve görüntüleri karakterin duygu dünyasını temsil ediyorlar.
Film boyunca Bell’in mektuplarından alıntılar yapan dış ses, filmin bilgi verici yanından çok duygu dünyasını besliyor. Düz bir sesten çok, Bell’in yaşadığı olaylara ve duygulara uygun olarak yükselen ve alçalan tonlamalar ile örülü olan anlatım, gençlik zamanlarında daha neşeli iken, hayatının ilerleyen dönemlerinde daha ciddi bir havaya bürünüyor. Dış ses Gertrude Bell’in fotoğraflarını ve arşiv görüntülerini destekleyerek karakteri geçmişe ait bir figür olarak kalmaktan kurtararak, seyircinin karşısına yaşayan ve canlı bir kimlikle çıkmasını sağlıyor. Dış sesin Tilda Swinton tarafından canlandırılması ise hem Gertrude Bell’in tasviri hem de film için artı değer. Tarihin sayfalarında göz ardı edilmiş bu kadını günümüz Hollywood sinemasının tanınan oyuncularından Tilda Swinton’un aracılığı ile ulaşması seyircinin filme olan ilgisini büyük ihtimalle arttırdı. Bilinmeyen bir kadının bir Hollywood yıldızı tarafından canlandırılması da filmin üstlendiği, Gertrude Bell’i ortaya çıkarma ve yıldızını parlatma görevine de uygun düşüyor. Tilda Swinton’un ünlü kimliği bu şekilde Bell ile de özdeşleşerek filmin misyonunu yerine getiriyor.
Filmin anlatım yapısını tamamlayan son bir öğe daha var, filmi Bell’in hayatındaki önemli dönüm noktalarına göre bölümlendiren başlıklar. “I have become a person” ile başlayan bu sistem, Gerturde Bell’in nasıl adım adım kimlikliğini kazandığını açıklıyor. Mektuplaşmalarından çok fazla öğreneceğimiz Dick ile tanışmaları, daha önce hiçbir Avrupalı kadının gitmediği noktalara gidişi ve başardığı bütün ilkler kendilerine ait bölümler içerisinde sunuluyorlar. Burada hikâyenin anlaşılabilirliğinin sağlanması için yapılmış bir seçimi görüyoruz. Yönetmenlerin yaptığı elemeler ile elde kalan hikâyelerin üzerine gitmeyi seçen film, Bell’in duygusal dünyasını da göstermesine rağmen onu kahramanlaştırmayı amaçlıyor aslında. T.E Lawrence efsanesini bir kadın üzerinden yaratmaya çalışan filmde dış ses, arşiv ve karşımıza çıkan karakterlerin hepsi aynı noktaya hizmet ediyorlar.
Çekimi ve anlatım yapısı ile gerçekçi olmaya fazlası ile uğraşan filmin bu kahramanlaştırma tutumu, yönetmenleri tarafından belgesel olarak tanıtılan filmin içinde zıtlık yaratıyor. Seyircinin aklında Bell’e dair pek çok güçlü hikâye bırakan film, depresyonu dışında hiçbir kötü özelliğini gösteremeden tamamlanıyor. Depresyonun arka planını tam olarak vermediği içinde seyirci için büyük boşluk yaratıyor. Hastalığının ilerlemesi ile gelen ölümü ise, arkasında bir sır perdesi bırakarak onu kahramanlaştırma amacına daha da çok hizmet ediyor.