Çiçekleri yine benim almam gerek. Dışarı çıkmadan önce saçımı toplasam mı, yoksa tarasam bile fönlemediğim için dağınık kalacağından onun laf sokmasını mı göze alsam? Bugün doğum günü, benden bir şey bekler. O çok sevdiği mavi renkli pastayı yapmak iyi fikir. Peki yapmasam? Pastanın, çiçekleri almanın, saçın ya da laf sokmasının benim için bir anlamı var mı?
Algılardan, baskılardan, sor(g)ulardan kayıtsız-şartsız soyutlanmanın yolu olsa, çevresinde dinlenme tesisi açıp; çorba, köfte ve pasta satarlardı. Ya bir ihtimal daha varsa, o da ölmekse ve gerçeklerle hayallerin vuslatı başka bir alemdeyse? İşte bütünleş(e)memenin bu varoluşsal debelenmesi, o muhteşem dünyalarındaki rafine sosyallerin asosyallik/huysuzluk ekseninde etiketleyebilecekleri bir ‘trip’ değil. Hele ki eylem sahibine; öfke, küskünlük, intikam gibi nedenler yükleyerek, kendilerini (haddinden fazla) önemsetecek bir ‘tavır’ hiç değil.
Peki varlığımızı, dış dünyanın heyecanları, umutları, aşkları; savaşları, kahırları, kayıplarıyla ilişkilendiremiyorsak nasıl anlamlandırabiliriz? Bir başımıza kalmak yahut toplum içerisinde üzerimize yapıştırılan/yakıştırılan her türlü rolün tutsaklığından bağımsız olarak, gerçekten de değerli bulmuyorsak ne yapmalıyız? ‘Yine de’ diyerek başlanan cümlelerden ve dış dünyanın öneminden bahseden bildik hikayelerden medet ummalıyız görünüşe göre. Şirin köyünde de ancak böyle şirinleşilir elbet.
Madem öyle: Ya bunu umursamıyorsak, köyümüze herhangi bir aidiyet duymuyorsak, yaşama dair inancımız da kalmamışsa ve yalnızca ‘gibi yaptığımız’ günü/görüntüyü kurtarıyorsak? Başkalarına fazlalık, güçlük, yük olduğumuz hissi; büyük ağırlığını aslında üstümüze verdiyse? Bizim için yaşamanın ‘öz’lü bir değeri yoksa ve aksinin acılarımızı dindirecek bir derin huzuru getireceği fikrini taşıyorsak… Neden devam edelim ki? Sırf başkaları ve yüklendiğimiz sorumluluklar uğruna yaşamanın katlanılamaz hale geldiği noktada; taşları, sekmelerini izlemek için ırmağa fırlatmak yerine ceplerimize doldururuz. Ardından Virginia Woolf misali kendimizi dalgalara bırakmak da ne sürpriz, ne de tercih olacaktır. Daha fazla direnemeyeceğimiz, alnımıza kadar batacak, bizi sürüklerken nefessiz bırakacak… Mecburumuzla randevumuzdur.
Kendini dalgalara bırakan, ‘evli, mutsuz, çocuksuz’ Virginia Woolf; uyuyan iki çocuğunun yanına süt ve kurabiye koyup, gaz sızmasın diye onların odasını bantlayarak başını fırına sokan Sylvia Plath; Plath’ı taparcasına seven ve üzerine tez yazan, kendisiyle özdeşleştirerek ‘yaşama karşı ölüm’ diyip evinin balkonundan atlayan Nilgün Marmara… İsimler çoğal(tıl)abilir ancak tüm bu varoluş dertleriyle boğuşan kadınların yaşadıklarını ve özelinde acılarını anlamayı denememek, mecburlarını yahut intiharlarını kesin bir dille eleştirmek veya onları akli/ahlaki/dini yönlerden küçümsemek; insanı mekanize ederek robotlaştıran toplumun önceden sistemimize naklettiği öğretileri tekrarlamak olacak. Oysa çoğu zaman kendimizi bile anlayamıyor, yaşadıklarımızı çözümleyemiyorken; hatalar ve pişmanlıklarla dolu bir hayat sürebiliyorken başkasını eleştirmek yahut küçümsemek ne kadar da katı, aşırı pişkin lokmaları anımsatıyor. Parçalamak zor, yutmak daha da zor.
Elbette Woolf ve bu sularda boğuşanlara odaklanıp, dünyanın dört bir yanında kadınların; kuşatılmış çevrelerinde, hapsedildikleri psikolojik ve/ya fiziksel duvarlarında, maddi ve manevi engellerle, üstlerine yüklenmiş vazifelerle, emirlerle, gerekliliklerle hayatlarını sürdürdüklerini görmezden gelmek; çorba ve köfteyi atlayarak, belki de işin yalnızca pastasında olmak anlamına gelecektir. Hele ki çocuk gelinlerin, kadına karşı şiddetin, tacizlerin, tecavüzlerin, cinayetlerin, berdellerin hemen her gün görüldüğü; kadın emeğinin, bedeninin hiçleştirilerek sömürüldüğü, patriyarkanın en ağır ve trajik biçimiyle hissedildiği coğrafyalardan birinde yaşıyorsak… Bununla birlikte; acı yarıştırmaya da, entelektüel bir şarta da gerek yok lokmaların boğazımızda düğümlenmesi için. Çünkü herkese yükledikleri farklı, bu yüzden Woolf’a yönelttikleri soru da ayrı: Yetenek, başarı, akıl, para, şöhret, seni seven bir eş ve çevre… Rahat mı battı?
Olayları hem empatiyle, hem de mesafeli bir bakışla gözlemleme şansına eriştiğimiz Michael Cunningham’ın aynı adlı romanından uyarlanan The Hours (Saatler) filminde; intiharın eşiğindeki üç kadının birbirleriyle kesişen hayatlarının bir günü ve buradan hareketle benzeri sorular, duygular aktarılmaya çalışılır. ‘Hali vakti yerinde’ ve ‘eli ayağı tutan/eli yüzü düzgün’ kadınlardan biri Woolf, diğeri onun kitabına ismini verdiği Mrs. Dolloway ve sonuncusu da evli-çocuklu bir Mrs. Dolloway okurudur. Yüzeyde hayatla ilgili hiçbir sorun yaşamayacak gibi algılanmaya meyyal bu kadınların, yakınlarını veya insanları/insanlığı sevmediğini düşünmeyiz. Aksine bir günü neyse, geri kalan günlerinin de aynı geçeceğinin farkındaki kadınların; varlıklarını sürdürme(me)lerindeki gerçek neden, dış dünyada uyandırabilecekleri infialdir. Romanda/filmde/hayatta Woolf devam etmekten vazgeçerken; okur, Sylvia Plath’ın aksine beraber pasta yaptığı çocuğu yüzünden yaşamını sürdürür. Saatlerini ömre yayan milyonlarca kadının pastalarını yiyen çocuklarsa; çok sevdikleri pastanın sabaha kalmayacağını bilmezken, büyüdüklerinde pastalarını çorba ve köfte zannederler. Pastadan taş çıkabileceğini bilmeden, önemsemeden, ne olursa olsun lokmaları yutmaktan vazgeçmeden ve çiçeklerin ve saatlerin bir daha asla geri gelmeyeceğini hissetmeden…
Not: GalaPera Fanzin’in Mart 2014 sayısında yayınlanmıştır.