Bir arzunun peşine takılarak merakla ve korkuyla onu deneyimlemeye çalışmak masallardaki çocuk karakterlerin temel özellikleri arasında yer alır. Masal çocukların dünyasında bir taraf katı kurallar ve öğütlerle, diğer taraf ise merak ve deneyime duyulan karşı konulamaz istekle örülüdür. Ve çocuğun kalbi bunlardan daima ikincisine kayar.
Yönetmen Osman Nail Doğan ilk uzun metraj filmi Güvercin Hırsızları, çocukların yarı gerçek yarı kurgusal dünyalarını konu alan taşradan bir kesitle seyircisini selamlıyor. Güvercinlerin kanat seslerine ve hayallerine tutku derecesinde bağlı iki yakın dostun fedakârlıkla perçinlenen hikâyesiyle dikkat çeken film, bu yıl 18. !f İstanbul festivalinde izlenebilecek önemli yerli yapımlar arasında yer alıyor. Sinema kariyerinin henüz başında olan Osman Nail Doğan’ın kendi çocukluğundan izler taşıyan ilk filmi ve sinemaya bakışı üzerine sizler için kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.
Ulusal ve uluslararası platformda birçok ödül alan ilk uzun metraj filminiz Güvercin Hırsızları ile sinemanın ışıklı dünyasına hızlı bir adım attınız. Gelecek vaat eden bir yönetmen olarak kendinize sinemada nasıl bir yol çizmeyi düşünüyorsunuz?
Bana göre sinema dünyasının pek ışıltılı bir dünyası yok. Bir dünyası var mı bundan da emin değilim. Ama her şeye rağmen ışığımız bol olsun demeli. Filmler yapmaya devam edeceğim. Yolda olmayı, molalar vermeyi, sağa sapmayı, sola sapmayı ve hatta yoldan çıkmayı seven biriyim. Bu sebeple henüz bir yol arayışı içerisindeyim. “Yüce dağdan aşan yollar bizimdir!”
Yönetmenlerin ilk işlerine has teknik ve kurgusal sorunların olmadığı bir filme imza attınız. Göstermiş olduğunuz titizlik, kurguda, oyuncu seçimlerinde, mekân seçimlerinde ve doğallığı yakalama konusunda da kendisini belirgin bir şekilde hissettiriyor. Bu teknik titizlik, seyircinin özdeşleşme yollarındaki pürüzleri temizlemek için mi, yoksa mükemmeliyetçi bir yönetmenin parmak izleri mi?
Ciddi anksiyete problemim var. Bu hayatımın her alanına nüfuz etmiş durumda. Mükemmeliyetçilik diyebiliriz. Tedavi olabilirsem, dağınık filmler yapmak; zamandan, mekândan, olaydan arınmış filmler yapmak isterim.
İnsanı anlamak için ona taşradan bakmalı. Güvercin Hırsızları filminde de siz de tam olarak böyle yapmışsınız. Bu filmle insana dair anlatmak istediğiniz ve seyirciye aktarmak istediğiniz şeyler nelerdi?
Anadolu’da tavuk su içmiş Allah’a bakmış derler. Anlamak kelimesi bana anlaşılmaktan başka bir şey çağrıştırmıyor. Anlamak ya da anlaşılmak istemiyorum. Ama yine de bir iki şey söyleyebilirim filme dair. Hayatta mutlak iyi veya mutlak kötülük yoktur. İnsan da mutlak olarak hiçbir şey değildir; sadece insandır. Tabii bir de fedakârlığa bir başka açıdan yaklaştım. Bir hırsızın fedakârlığı. Çocukluğumda böyle insanlar tanımıştım.
Filmde her bir temsili imaj asıl anlamı çözmeye katkı sağlayan bir mecaz olarak kullanılır. Çocukları merkeze alan hikâyenizde aslında kendi çocukluğunuzla olan bağınızı da yansıtıyorsunuz. Peki ya güvercinler… Onları beslemek – çalmak, bunlar sizin açınızdan neyi ifade ediyorlar?
Mülkiyeti; mülkiyetin bu dünyadaki kudurtucu hırsını ifade ediyorlar. Her şeye “benim” diye yaklaşan insanlığı… En iyisine sahip olmak isteyenleri… Oysa “ben” demeyi değil de “biz” demeyi bilebilsek ötekini de bileceğiz ve hayat bayram olacak. Çünkü ötekinin varlığı ben’in temini ile söz konusudur.
Kendi kendini eğiten, sektör içinde yetişen ve festivallerde yarışan bir yönetmen olarak, bu alanda kendini geliştirmek isteyen diğer gençlere önerileriniz nelerdir?
Sinemanın edebiyatla, şiirle, müzikle doğrudan bir ilişkisi var. İlk önerim bolca okumaları olacaktır. Öte yandan “Aramakla bulunmaz, bulanlar yalnızca arayanlardır,” demiş Bistami. Yolumuzu bulmak için aramaya devam edeceğiz. Bulsak da güzel olur, bulamasak da güzel olur!
Son olarak, sinemasal bakış açınızı yansıttığını düşündüğünüz filmler nelerdir. Fil’m Hafızası ailesi olarak sizden bir tavsiye listesi alabilir miyiz?
- Adam’s Apples (Anders Thomas Jensen, 2005)
- Before The Rain (Milcho Manchevski, 1994)
- Baran (Majid Majidi, 2001)
- Nói Albinói (Dagur Kári, 2003)
- Los lunes al sol (Fernando León de Aranoa, 2002)