Zamanı tarih öncesi ve sonrası olarak ikiye bölmek, biz sözüm ona “yeni” insanların en büyük ve iddialı icadı olsa gerek; hatta ateşin keşfini bile geride bırakacak bir buluş. Zira zamanı, insan ırkının gelişmişliğine bağlı olarak bölümlere ayırmak, kendi geçmişimiz üzerine hiyerarşik bir bakış açısı inşa etmek anlamına gelir. Dahası, “eskileri” az gelişmiş olarak kabul eden bu bakış açısı, doğal olarak “yeni” insanı da yüceltmeye meyillidir. Oysa Jean-Jacques Annaud’nun objektifi, tarih öncesi çağlardan bu yana kaç arpa boyu ilerleyebilmiş olduğumuzu çarpıcı bir şekilde yansıtmak için ateşin keşfedildiği zamanlara kurulur. Bu süreçte ilk insanlar diye nitelendirebileceğimiz, evrimin bizden bir önceki basamağına ait kimseler, bu arpa boyunun pek de fazla olmadığını ortaya koyar.
1981 yapımlı Quest for Fire tarih öncesi zamanlarda üç kabile insanının, topluluklarından ayrılarak ateşin peşine düşme serüvenini anlatır. Özetle Ulam kabilesi, mağaralarında uyuduğu sırada bir başka kabile olan Wagabouların vahşi saldırısına uğrar. Çok sayıda insanını kaybeden Ulam kabilesinden akıllı bir delikanlı olan Naoh, arbede yaşanırken kendini gizleyerek kurtulmayı başarır. Ne var ki saldırının üstüne kurt istilasına da uğramalarıyla beraber kabilenin sahip olduğu ateş söner. Çaresizliğe düşen kabile üyeleri, Naoh ile beraber saldırıdan sağ çıkabilen iki arkadaşını daha ateşi yeniden getirmekle görevlendirir. Peki, tarih öncesinde kaybolan bu ateş imgesinin günümüzdeki karşılığı ne olabilir?
Işık, aydınlatıcı, ateş gibi unsurlar, içlerinde barındırdıkları saygı, yücelik ve korkunun yanı sıra çoğunlukla geleceği aydınlatan, ilerici unsurları temsil eder. Nitekim 17. ve 18. yüzyıl Avrupa’sında Akıl Çağı (Age of Reason) ya da Aydınlanma Çağı (Enlightenment) olarak bilinen dönemin adı da ışığın bu simgesel anlamından ileri gelir. Işığı yitirmek, karanlığı beraberinde getirecektir. Ve karanlık, ateşin henüz bulunmadığı, tarih öncesi, yani “gerici” ve “cahil” bir döneme aittir. Annaud’nun objektifi gösteriyor ki günümüz aydın insanının bu ayrımı, aslında kökenini sekiz bin yıl öncesinden alıyor. Zira filmde ateşi yitiren kabile, gelişip ilerleme olanağını da elinden kaçırmış olur. Ateşi geri getirmek istemelerindeki temel neden de kabilelerini yeniden kurmak, kendilerince bir medeniyet sağlayabilmektir. Dolayısıyla filmin adında olduğu gibi ateşe duyulan arzu, hasret, ateş arayışı; insan ırkının aydınlanmaya ve gelişime olan bağlılığının atalarıdır.
Naoh ve arkadaşlarının ateş uğrunda daha sonra başlarına gelecek tüm fenalıklar da bugünün savaşlarının temelini yansıtır. Her biri, aydınlanmaya bağlı olarak gelişmişlik düzeyleri arasındaki çatışmalar nedeniyle ortaya çıkar. Daha basit bir ifadeyle ateşi, yani başlıca üstünlük belirtecini elinde tutan, “öteki”lerin de efendisi olmaya namzettir. Ateşin peşindeki yolculukları sırasında Noah ve arkadaşlarının önüne kurak çayırlardan oluşan, geniş bir arazi çıkar. Ateş uğruna geçilmesi gereken yolun böylesine kurak bir savana arazisi olması boşuna değildir. Zira ateşsiz kalmak, doğrudan bilgi ve refah yoksunluğunu beraberinde getirmiştir. Sıradaki imtihan ise açlıktır. Vahşi kedilerin geride bıraktığı leşin başında kavgaya tutuşan arkadaşlar, yine bilginin ve aydınlanmanın eksikliğinde en temel ihtiyaçların, birer tartışma nedenine dönüşmesini açıklar. Ancak kavganın seyri, nedeni, insanların birbirlerine tavırları, çok da yabancı sahneler doğurmaz bizler için. Kendi dillerinde yaptıkları tartışma sırasında bizlere herhangi dilsel bir aktarım olmaksızın neler söylediklerini pekâlâ anlarız. Bunun nedeni, aynı kavgayı bugün her birimizin gerek mikro düzeyde kendi hayatında, gerekse makro düzeyde topluluklar arasında deneyimlemiş olmasıdır. Başkalarıyla tartıştığımız konular akıl ve entelektüeliteden ne denli uzaklaşırsa iletişim o kadar vahşi, ilkel bir biçime bürünür. Sonunda uğruna kavga edilen şey en temel ihtiyaçlarımız olan beslenme, barınma, korunma, üreme konularından ibaret kalır. Ki bu, mevcut konumumuzda bizlere her ne kadar ilkel görünse de günlük yaşantılarımıza örneklerinin serpiştirildiği bir kavgadır. Yani her insanın kavgası. Bu da aslında geçmişimizden uzaklaşmadığımızı, bu tür dürtülerin özümüzde var olduğunu ve insanlık tarihi boyunca geçmişten gelip geleceğe taşındığını gösterir.
Ne var ki Annaud’nun insanlığa yönelttiği en büyük eleştiri, ateş motifinin değerini ve aydınlanmanın anlamını yeniden sorguladığı sahneyle gelir: Naoh ve arkadaşları yiyecek üzerine tartışmaları sırasında uzaktaki bir ormanda duman tüttüğünü fark eder. Derhal güzergahlarını o yöne çevirerek dumanın kaynağına erişirler. Vardıklarında kendilerinden önce birilerinin kamp yaptığını, ancak kısa bir süre içinde ayrılmış olduklarını anlarlar. Yaktıkları ateşten geriye kalanları eşelediklerindeyse bir insan kafasına rastlarlar. Bu tesadüf, gelişigüzel bir yanma olayı değildir. Bile isteye bir insanı yaktıklarının göstergesidir. Gördükleri manzara karşısında dehşete kapılan arkadaşlar, kendilerini cehaletten çok daha büyük bir tehlikenin beklediğini görmüş olur: ateşi elinde barındıran vahşet. Yani kendi türünü, soyunu bile gözünü kırpmadan yok edebilecek vahşi güç. Bu sahneyle beraber Annaud, o zamana kadar yücelttiği ateş imgesinin en tehlikeli boyutunu yansıtarak aydınlanmanın her zaman ilericilik anlamına gelmediğini gösterir. Ateşi, yani bilgeliği elinde tutan kişi, aynı zamanda insani erdemleri de taşımalıdır. Erdemlerden yoksun kimselerin eline geçen ateş, insanlık soyunun da sonunu beraberinde getirecektir.
Yamyam kampçıların verdiği dehşet bununla da bitmez. Üç arkadaş, ateşin izini sürüp kampçılara ulaştıklarında farklı bir kabileye ait iki kızın, çubuklara bağlanarak taşındığını görür. Naoh ve arkadaşları vakit kaybetmeden topluluğa saldırır ve ateşi ele geçirmeye çalışır. Çetin bir mücadelenin ardından yara almalarına rağmen ateşlerini de yeniden elde ederler. Film, bu noktada pek çok yaradılış öyküsünün esintisini taşır. Ateşin, insanlık özelliklerini en fazla taşıyan karakter (Naoh) tarafından çalınması, mitolojik kahraman Prometheus’un öyküsünü akıllara getirir. Daha sonra intikam için çok sayıda adamlarını toplayarak gelen kampçı kabile Kzammalar ise ansızın bir mamut saldırısıyla dağılır. Ki bu tür yenilgiler, tarihin kalabalık ve efsanevi ordularının mucizevi şekilde mağlup edildiği sayısız öyküde geçmektedir. Hemen her kültürde, dinde, gelenekte tekerrür eden bu öykülerin bir örneğini sunan Annaud, feleğin çemberinin de ne denli yuvarlak olduğunu gösterir. Değişen şey olaylar değil; yalnızca olayları yaşayan kişilerdir. Dolayısıyla insanlık tarihi, öteden beri anlatılagelen bir öykünün, farklı zamanlara uyarlanan hâlidir bir bakıma.
Bu esnada Kzamma kabilesinin esir aldığı kişilerin zayıf vücutlu kadınlar olması da ataerkil gücün ne kadar kadim olduğunu gösterir. Ancak bu yorum, salt rehin sahnesi üzerinden çıkarılacak kadar basit değildir. Kaçırılan kızlardan Ika, çeşitli sahnelerde tecavüze uğrar, aşağılanır, eziyet çeker. Ve çevresindeki tüm erkek karakterler buna hem göz yumar hem de kadının küçük görülmesini teşvik eder. Fakat bu noktada Annaud, kadın karakterin bir başka özelliğine vurgu yaparak ekofeminist bir okumaya kapı aralar. Naoh ve arkadaşları ile Kzammalar arasındaki çatışmada kaçıp kurtulmayı başaran Ika, daha sonra üç genci takip eder. Arkadaşlar her ne kadar kızı aralarına almak istemeseler de Ika, daha sonra Naoh’nun yaralarını doğadan elde ettikleriyle hazırladığı bir karışım sayesinde iyileştirince gönüllerini kazanır. Bu durum kadına atfedilen, iyileştirici “doğa ana” kavramını sahneye taşır. Filmin sonraki seyri de bu noktada değişir.
Buraya kadar hakir görülen kadın figürü, buradan sonra erkeğin eksikliğini taşıdığı iyileştirici, düzenleyici, hayat verici gücüyle öne çıkar. Doğurganlık ve bereket timsali olarak da mitolojide yerini bulan kadınlar, filmde de bu mirası sürdürür bir bakıma. Ika, önce Naoh’yu iyileştirir. Ardından erkeklerin ilk defa tanık oldukları şekilde neşeli bir kahkahayla güler. Böylelikle üç delikanlı, ilk duygusal etkileşimi yaşarlar. Ika’nın kahkahasıyla beraber neşeyi deneyimlerler ve sonrasında kadına farklı türde bir ilgi duymaya başlarlar. Başta Naoh, kıza nasıl yaklaşacağını bilemeyerek zorla ona sahip olur. Ancak daha sonra kız, kadınlık gücünü keşfeder ve cinselliği kendi isteği doğrultusunda yönlendirir. Böylelikle hem iyileştirme hem de cinsellik gücü, kadının kontrolüne geçmiş olur. Filmin sonunda Naoh ve arkadaşları ateşi kabilelerine götürmeyi başarır. Fakat ateş bekçisi olarak görevlendirilen kişi, bir dikkatsizlik sonucu ateşi suya düşürür ve tamamen yitirir. Ne var ki Noah, yolculuk sırasında yalnızca ateşi değil, aynı zamanda ateş kaynağı sağlayacak çakmak maddesini de getirmiştir. Bir çubuğu sert yanıcı maddeye sürterek yeniden ateş yakmaya çalışır, ancak beceremez. Burada da Ika sahneye girer ve işin başına geçerek ateşi yeniden alevlendirmeyi başarır. Böylelikle kadın figürü, mutlak gücün timsali haline gelmiştir. Dahası, son sahnede Naoh’nun kolları arasında gittikçe büyümekte olan karnını okşadığı görülür. Bu da doğurganlık gücünü ilan eder.
Bu özelliklerinden yola çıkarak Quest for Fire’ın ataerkil gücü perçinlemeye meylederken bir noktadan sonra feminist bir söyleme büründüğü söylenebilir. Tekerrür eden bir tarih izleğinde kadının arka plandan ön plana doğru ilerleyen gücü, kadınların eninde sonunda ataerkil güce eş değer olabileceği umudunu bizlere verir. Kabul etmek gerekir ki tarihimizden yapacağımız pek çok çıkarım var; ancak gerçekten ilerlemek istiyorsak aydınlanma ile erdemleri kol kola yürütmeli, toplumsal hiyerarşiyi ortadan kaldırarak en nihayetinde insana h