Aylaklık, hırsızlık, yere tükürme, ateşe verme, kırıp dökme, duvara yazı yazma… Bunlar Ricky Baker’ı özetleyen suçlardan yalnızca birkaçı. Islah evine tıkılmasına ramak kala yeni koruyucu ailesinin yanına gönderilen Ricky, koruyucu annesi Bella’dan gelen, bu zamana dek görmediği aile saadetine ve samimiyete, bir sıcak su torbası kılığında kavuşur. Ancak film, daha ilk dakikadan benimsediğimiz Bella’yı bizden koparıp alır ve hiç de sevgi dolu olmayan eşi Hector’la (Sam Neill) birlikte Ricky ve bizi yalnız bırakır.
Yeni Zelandalı yönetmen Taika Waititi’nin son filmi Hunt for the Wilderpeople (2016), Filmekimi seçkisi içerisindeki eğlenceli yapımlardan biri olarak dikkat çekse de, Moonrise Kingdom (2012) esintili doğası ve senaryo düzlemi, kurduğu çatışmaların zayıf olması nedeniyle eksikler barındırıyor. Bu sebeple Waititi’nin, 2014 yılında Jemaine Clement ile birlikte yazıp yönettiği What We Do in the Shadows adlı vampir parodisinden bu yana yol aldığını söylemek pek mümkün gözükmüyor. Eagle vs Shark (2007) ile Boy’u (2010) da akla getirince, komedi janrında ısrarcı olduğunu anladığımız yönetmen, What We Do in the Shadows’da hedonizme mahkûm olmuş vampirleri, cadıları, birtakım ucubeleri, küfretmekten çekinen kurt adamları tanımaya bizi davet etmiş ve nispeten romantik tarzının dışına çıkmıştı. Ancak genel resme bakınca şunu söyleyebiliriz ki yarattığı karakterleri, kurduğu absürt diyaloglarla birlikte olağan hayat içerisinde eritmeye çalışan tavrını, Hunt for the Wilderpeople’da da sürdürüyor.
“Ölümsüzlük bir ödül müdür yoksa lanet mi?” dediğimiz kurmaca belgeselinden sonra Waititi, bu defa hedonizmi, devlete ve kurumlara karşı verilen doyumsuz mücadeleye dönüştürerek, onlu yaşlarında kimsesiz bir çocuk üzerinden tarif ediyor. “Vahşilik” kavramına yumuşak bir perspektifle yaklaşmasıyla meşhur yönetmen, Ricky’yi Amerikan hayatına özenen, gansgster ve uyuşturucu satıcısı olma hayalleri kuran, başıbozuk bir karakter olarak kurguluyor. Ricky’nin, Bella tarafından verilen ilk doğum günü hediyesi olan köpeğe Tupac adını koymasıyla, Amerikanvari bir vahşilik izdüşümü de belirginlik kazanıyor. Rap müzik sanatçısı Tupac’ın agresifliğini ve çok okuyan yönünü Ricky’ye aktaran Waititi, benzer şekilde Tupac’ın “hayatı kutlamak” mottolu albümleriyle veya eşitlikçi, özgürlükçü felsefeye sahip şarkı sözleriyle de Ricky üzerinden çocukça bir “mücadele” yaratıyor. Boğazına düşkün Ricky’nin yemekten sonra en temel gereksinimlerinden birisini de kitaplar oluşturuyor. Benzer şekilde bir terapi yöntemi olarak sürekli haikular yazması da, Tupac’ın şairane yönünü ortaya koyan detaylar olarak yorumlanmaya müsait. Amerikan polisi gibi net, abartılı tavırlar sergileyen ve komik duruma düşen sosyal hizmet görevlisi ise yönetmenin bu özentilik eleştirisinin bir diğer halkası.
Barry Crump‘ın “Wild Pork And Watercress” adlı romanından beyazperdeye aktarılan film, din olgusuyla olan derdini yine mizahi bir dille, söylediklerine kendisi de ikna olmayan çılgın bir rahiple gösteriyor. Bella’nın zamansız ölümünün ardından Hector tarafından istenmeyen Ricky, kendi maketini yapıp ahırda yakarak intihar parodisi hazırlıyor ve can dostu Tupac ile birlikte ormanda sürecek olan uzun yolculuğu böylece başlıyor. Ricky artık kendi ölümünü uzaktan izlemiş bir özgür ruh olarak, alışkın olmadığı hayatın, vahşi çalıların göbeğinde, yeni bir aileye tutunmaya çalışırken yeni bir habitata alışma arifesinde…
Hector’un, Ricky’yi aramak üzere ormana girmesi ve tam bulmuşken ayağını kırmasıyla, bu kimsesiz ve zıt ikili altı haftalığına “Kırık Ayak Kampı” kuruyorlar ve aralarındaki uyumsuz ilişki de gittikçe şekilleniyor. Çocuk Esirgeme Kurumu ve basın, Hector’un Ricky’yi kaçırdığını, hatta karısı öldükten sonra bunayan bu ihtiyarın çocuğa cinsel tacizde bile bulunduğunu düşünüp gazetelere ilan verince, Kırık Ayaklar Kampı sakinleri iki ciddi kaçağa dönüşüyor ve gerçek bir “gnu” insanı olarak, tüm Yeni Zelanda adına “özgürlük” mücadelesine girişiyorlar.
Tam bu noktada tekrar yönetmenin eski filmine dönelim. What We Do in the Shadows’un aylak vampirleri, bencilliği, sonsuza dek yaşamı ve yaşamın idamesi için öldürme hakkını hayat felsefeleri kabul ederler. Yunan düşünürü Aristippos’un haz öğretisinde birinci sıraya yerleştirilen bedensel haz; doyumsuz, tahammülsüz ve ben merkezci vampirler için de geçerli bir durumdur. Bununla birlikte vücutlarını doyuma ulaştırıp sonsuz yaşamlarına bir gün daha ekleyerek ruhsal hazza erişen vampirler, her türlü aracı amaçlarına katık ederek tinsel hazza da ulaşırlar. Ricky ise vampir ağabeylerinden miras aldığı aylaklıkla birlikte alışkın olmadığı durumları deneyimlerken hayata, aile olmaya, birine “amca” demeye, sıcak su torbalarına sarılmaya, aşka, âşina olmadığı ırklara karşı da yeni duygular edinir. Ve onun, tüm Yeni Zelanda adına sürdürdüğü Tupac olma mücadelesi, kazandığı taze duygularla ve durumlarla birlikte güç kazanır. Hector ile aralarındaki ilişki bir aileymişçesine boyut değiştirince, bencillik yerini fedakârlığa bırakır ve Ricky’de sayısız kırılma gerçekleşir.
Filmde, ikilinin ormanda karşılaştıkları, on beş yıldır hükümetten kaçan Deli Sam’i ya da Ricky’yi görünce ihbar etmesi beklenirken ona ünlü muamelesi yapıp selfie çeken ve sonrasında durumu çok normal karşılayıp günlük hayatına dönen tuhaf karakteri düşünüp, What We Do in the Shadows’un aylak vampirlerini hatırlayalım; örgü ören ama isyankâr takılmayı da seven, çılgın, grubun haşarı delikanlısı genç vampir Deacon; 18. yüzyıl züppesi, pimpirikli, kurbanlarını yerken etrafa kan sıçramasın diye yere gazete kâğıtları, havlular sermeyi düşünecek kadar da hassas Viago; koridorda sürüklediği cesetlerle evi süpüren, Ortaçağ’da büyümüş yaşlı vampir Vladislav; W. Marnau’nun Nosferatu, eine Symphonie des Grauens (1922) filmindeki Nosferatu’yu andıran kulakları, dişleri, pençeleri ve kirli görüntüsüyle, 8000 yaşındaki Petyr… Aslında Waititi’nin, izlerken insanı huzursuz etmesi gerekirken sebepsiz yere haz veren karakterlerine alışkınız ve bundan sonraki sinema kariyerinin de bunlarla şekilleneceğine neredeyse eminiz.
Yönetmenin doyumsuzluk ve aksilikler silsilesiyle çevrili bir alanda kurduğu hikâyelerinden en yenisi olarak değerlendirebileceğimiz Hunt for the Wilderpeople, olgunlaşmamış senaryosuyla ne tam anlamıyla komedi ne de macera. Müziklerle kotarılmaya çalışılan, tekrara düşen ritmiyle gerilim grafiğini bir türlü yükseltemeyen film, benim için What We Do in the Shadows ve Eagle vs Shark’ın gölgesinde kalıyor. Aklımda yalnızca Waititi’nin sinema serüvenine eklediği yeni bir “aylak” karakter olan Ricky yer ediniyor. Ricky dostum, hep yanımda kal!
Korkarım sayın yazar filmden hiçbir şey anlamamış. (Bu sert girişim incitici olma riski taşısa da, belki sayın yazara, hoşlanmadığı ve beğenmediği mevzularda kendisini daha doğrudan ve cesurca ifade etmesi hususunda bir ilham verebilir. Zira yazının son cümlesindeki Ricky-seviciliğin, önceki kısımlarla olan çelişkisini başka türlü açıklayamıyorum. Bir eleştirmen kırıcı olmaktan korkmamalı.) Bu filmi “ne tam anlamıyla macera, ne de komedi” diye eleştirmek için bir filmin bu türlerden birisine tam anlamıyla ait olması gerektiği gibi tuhaf bir saplantı mı gerekir? Galiba. Oysa hakikatte, bir film biraz macera, biraz da komedi olamaz mı? Neden olmasın? Hem macera hem de komedi olamaz mı? O da mümkün. Bir filmin macera niteliği arttıkça komedi niteliği aynı oranda düşer mi? Sanmıyorum. Hem bir filmin gerilim grafiğini sürekli yükseltmek gibi ödevi mi var? Hiç gerilim içermeyen, dingin filmler de şahsen benim hoşuma gidebiliyor.
Bu film, sayın yazarın tespitinin aksine, hem tatlı bir komedi, hem de insanın içini gıcıklayan, kendisini ormanlara atmaya sevk eden bir macera sunuyor. İki dalda da gayet başarılı. Eminim kıymetli muharrir filmi izlerken başka filmlerin nostaljisi ile sarhoş olmasa bunu kendisi de görebilirdi.
“Aslında Waititi’nin, izlerken insanı huzursuz etmesi gerekirken sebepsiz yere haz veren karakterlerine alışkınız.” Son olarak şu cümleyle ilgili bir kaç şey söylemek istiyorum. Waititi’nin diğer filmlerini izlemedim ama bu filmde izlerken beni huzursuz etmesi gereken bir karakter yoktu. Film naif bir dünya algısıyla şekillendirildiği için tüm karakterler masalsı bir iyilik filtresiyle aktarılmıştı. Yani, Ricky’yi sevdiği amcasından ve doğasından koparıp almaya çalışan sosyal hizmet görevlisi kadın bile aslında seyircileri huzursuz etsin diye değil, gerçek hayatta bizi sevdiğimiz kişilerden ayıran GERÇEK kötülerin bir PARODİSİ olarak yer alıyordu.
Bu karakterlerin verdiği “hazza” gelince, hiçbir şey sebepsiz değildir. Bizim ona yol açan sebebi analiz edemiyor olmamız, sebebin olmadığı manasına gelmez. Bu analizi yapamamamızın sebebi de muhtemelen “hazdır.” Haz odaklı bir çağda yaşadığımız için, sanatın ve yaşamın diğer her yerinde olduğu gibi sinemada da haz, temel motivasyonumuz. Bir eserdeki hazzı anlık olarak tükettikten sonra oturup onun üzerine düşünmek ve Tanrı korusun belki de okumak ne kadar iç karartıcı, bir düşünün.
Her neyse, bu karakterler bize “haz” veriyor, çünkü: toplumun ilk bakışta yadırgayacağı, niteliksiz, iyiliksiz, sıradan kötülere benziyorlar ama hikaye aktıkça son derece zengin bir iç dünyaları olduğunu görüyoruz. Bizim ortak değerlerimiz olan insani özelliklerini aslında yalnızca içlerinde bastırdıklarına şahit oluyoruz. Bazıları da içlerindeki bu iyilik filizlerini alıp hikaye boyunca büyütüyor. Dolayısıyla yalnız ve mutsuz tiplerden, dostlukla birbirine bağlanan, umutlu ve mutlu bireylere, karakterlere dönüşmelerine şahit oluyoruz. Bu da iyilerin kazandığı her seferinde olduğu gibi iyiliğe olan inancımızı pekiştiriyor ve böylece, baştan beri doğru tarafta olduğumuzu teyit etmiş oluyoruz. Bu gibi filmlerde, klişe mutlu sonların artık bizim gibi seyircileri ikna edemiyor oluşu nedeniyle, pürüzsüz bir mutluluk finali değil, daha kusurlu, kusurlarıyla mükemmel bir mutluluk finali veriliyor. Bu henüz klişe olmadığı için (en azından çoğumuz için) hala bu filmlerden haz alabiliyoruz.
Ben kendi adıma haz dolu dakikalar geçirdim bu filmde. Bu yazıyı okuyan (varsa öyle biri) herkese de şiddetle öneriyorum. Bu film Wes Anderson filmografisinden kuvvetle mülhem olsa da, naçizane kanaatimce Moonrise Kingdom’dan çok daha iyiydi.
Vakit ayırıp izlenimlerimi okuduğunuz, yorumlarınızı iletmekten imtina etmediğiniz için teşekkürler sayın okuyucu. Bir film hem macera hem komedi olabileceği gibi, ya macera ya komedi de olabilir. Bu filme bir şeyler kattığı gibi bir şeyleri eksik kılıp senaryoda açıklara da sebebiyet verebilir. O da mümkün. Kriterlerden birisi de izleyenin beklentisidir aslında. Eğer ki yönetmenin önceki filmlerini de izlemişseniz, ki izlememişsiniz, eğer izlerseniz ve severseniz, elbette ki bir izleyici olarak kendisini her filminde biraz daha geliştirmesini ve bir önceki filmden aldığınız tadın bir sonrakinde katlanmasını beklersiniz. Bu bir beklentidir, zorunluluk ya da ödev değil. Ve hâliyle son derece kişiseldir. Bu, sayın yazarın filmden hiçbir şey anlamadığı değil, kendi anladığını, kendi üslubuyla, kendi fikirleri ve algısıyla aktardığı anlamını taşır. Tıpkı sizin kendi yorumlarınızı nazik bir ifadeyle dile getirmeniz, düşüncelerinizi paylaşmanız veya filmi Moonrise Kingdom’dan daha çok sevmeniz gibi. 🙂