Joseph Campbell’in formüle ettiği ‘erkek kahramanın yolcuğu’ şablonunu sinemada yeşertmek için uygun olan toprağın bulunduğu coğrafyalardan biri de ‘boksör hayatı’. Campbell’ın ‘sıradan kahramanının’ serüvene çağrılmasıyla çıktığı yolculuğunda karşılaştığı akıl hocası, engeller, ödüller, sınavlar, dostlar, düşmanlar, sanırım Hollywood’un uzun yıllardır elini boks merkezli filmlerin omzundan neden indirmediğinin belki de cevaplarından biridir. The Set Up’tan (1946) Raging Bull’a (1980) ya da en bilinen örneğiyle Rocky serisiyle boks, boksör ve boksörün çevresi üçgeni; biz izleyicilere kahramanın içsel yolculuğunun yükselişlerini, düşüşlerini, fiziki ve ruhsal sınanmalarını, tüm çatışmalarını ve çelişkilerini açığa vuran, yaşamdan alınmış dramatik bir numune gibi.
The Happiest Day in the Life of Olli Maki (2016), Finlandiyalı boksör Olli Maki’nin dünya tüy sıklet boks karşılaşmasına hazırlanma sürecine odaklanıyor. Öykü gerçek; maçın sonucu da malum olduğuna göre, filme, kahramanın zaferle taçlandırdığı finalle kendini ringde var edişine (bütünleyişine) tanıklık ettiğimiz bir ‘Hollywoodvari’ sonla bitmediği ön bilgisiyle başlıyoruz. Amatör dallarda şampiyonlukları bulunan Olli Maki, menajeri ve eski bir boksör olan Elis’in ısrarıyla dünya tüy sıklet şampiyonluğu unvan maçına çıkmaya karar verir. Aslen fırıncı olan Olli için profesyonelliğe attığı bu adım; kendisini finanse edenler, basın, bitmek bilmeyen fotoğraf çekimleriyle dolu, “Kokkola Fırıncısı” için ringdeki mücadeleden daha yıpratıcı bir kargaşa hâlini alacaktır.
Helsinki’ye, unvan maçı için gireceği kampa, yanında kız arkadaşı Raija ile gelen Olli, daha ilk günden Elis’in “başarının dayanılamaz tatmini” konulu konuşmasına maruz kalır. Fonunda Elis’in zafer anlarının fotoğraflarıyla dolu bu mizansende Elis, şampiyonluğu kazandığı günü, “Hayatımın en mutlu günüydü” şeklinde ifade ederken, hem Olli’ye istikameti gösterir hem de filmin spotunu yönelttiği mutluluk, başarı, para ilişkisi üzerine bir girizgâh yapar. Peki Olli, Elis’in istikametine girecek midir? Zaten küçük kasabasından çıkmış bu adam için flaşlar, davetler ve zoraki el sıkışmaları, maça odaklanmasını zorlaştırıyorken; kız arkadaşı Raija’ya olan duygularının aşka dönüşmesiyle, Olli’nin pek de ‘o’ istikamete girdiğini söyleyemeyiz.
Elis’in unvan sahibi olduğu hafif sıklette yarışmaktan Olli’yi vazgeçirmesi, yani unvanını paylaşmak istememesi, ‘konsantre bozan’ kadın figürü ve Olli’nin maç için kilo vermeye çalıştığı sekans; filmin, boks temalı filmlerde uçlarda yaşandığını gördüğümüz rekabet, kıskançlık, aşk ve başarı çatışmalarından çok da uzak olmayan bir trafikte seyrettiğini gösteriyor. Peki filmi, öykü çizgisi boks etrafında filizlenen yapımların içinden ayrıştıran tonları yok mu sorusunu yönelttiğimizde; bu çatışmaların, ani iniş ve çıkışların olduğu yoğun bir dramatik düzlemde değil, Kuzey Avrupa sinemasının kendine has gerçekliğinde, daha ağırbaşlı bir ritimde yaşandığını söyleyebiliriz. Merkezde Olli karakterinin olduğu üç ana karakterin etrafında dönen öykünün, bu sınırlarını aşarak bize daha geniş bir perspektifi sağladığını söyleyemesek de, kurduğu dramatik yapı içinde oldukça tutarlı bir anlatı olduğunu söyleyebiliriz. Aktüel kamera kullanımının baskın olduğu filmde, kalabalık mizansenlerin olduğu sahnelerde omuz planlarda dahi kadrajın köşelerinde, arka planda akan mizansenin ustalığı ve ‘kendiliğindenliği’, yönetmenin arka planı flu, ya da boş bırakma tercihi yerine bize birkaç düzlemli bir mizansen sunma arzusunu ve becerisini gösteriyor (en azından bu satırların sahibine).
Son olarak filmin en parlak köşelerinden sinematografisine değinirsek, siyah beyaz ve 16 mm filmin grenli dokusunun birlikteliğinin, The Happiest Day in the Life of Olli Maki’de yerini fazlasıyla bulduğunu söyleyebiliriz. 60’lı yılların atmosferini şaşalı bir stille değil, minimal bir tarzda sergileyen film, bunu sanat yönetimiyle de destekleyerek kimi dönem filmlerinde gördüğümüz, “Şu an dönem caddesindeyiz ve evet işte altmışlı yılların arabaları. Hanımlar beyler! karşınızda altmışların modası!” ‘bakınızcılığına’ girişmeden, gözümüze sokmadan 60’ların atmosferiyle sarmalıyor beyazperdeyi.
Finlandiya’nın Oscar adayı olan The Happiest Day in the Life of Olli Maki, tüm bu bahsettiklerimizin toplamında, fazla bir uzun metraj geçmişi olmayan Juho Kuosmanen’in oldukça başarılı rejisine tanıklık ettiğimiz, sinematografisiyle ekran yerine beyaz perdede izlenmeyi hak eden bir yapım.