Yeşilçamın en önemli yapım şirketlerinden Erman Film’in kurucusu Hürrem Erman’ın oğlu ve şu an şirketin başındaki isimlerden biri olan Fuat Erman ile yeni ve eski dönem Türk sineması üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.
Temel eğitiminiz felsefe alanındayken sinemayla tanışmanız ve bu alanda ilerlemeniz nasıl başladı? Kendinizden ve sinema yolculuğunuzdan bahseder misiniz?
Bir anda başlayan bir durum değil bu. Babamın yapımcı olması bu tanışma sürecini başlattı diyebiliriz. Herkes bu şekilde başlayacak değil tabii. Temel olarak bir ilgi meselesi. Mesela biz iki kardeşiz ve kardeşim bu işin sanat kısmına ilgi duymadı. Bu doğal bir şey, çünkü herkesin ilgi noktaları farklı olabilir. Sinemayla ilk tanışmam bu şekilde oldu. Daha sonrasında fotoğrafçılarla ve yönetmenlerle tanışıklığım, onlarla bir anlamda iç içe olmam, bu insanlara kolay ulaşabilmenin getirdiği bir avantaj sağladı. Aslında çok ilginçtir, belki Fransa’da felsefe eğitimimi alırken bir de sinema eğitimi alabilirdim ama böyle bir şey düşünmedim. Nedeni de çok dağılmak istemememdi. Zaten felsefe okuduğum zamanlarda yani 1977-80 dönemlerinde, Fransa’da sinema okulları ya devlet okuluydu –eğitim açısından çok iyiydi ama oraya da Concord’a giderdin- ya da özel okuldu ama onlar da her zaman çok iyi olmayabiliyordu. Ondan sonra ülkeye döndüğümde uzun süre benimle çok alakası olmayan ve benim de çok hoşuma gitmeyen mesleklerde çalıştım. Şirket eğitimlerinde ya da televizyon kanallarında çalışmalarım oldu.
Üniversitelerde felsefe üzerine ders verme imkânı arıyordum, ama onlarda da boş kontenjan yoktu. 2001 krizi zamanlarıydı ve herkes panik içinde, kriz nedeniyle birbirini teselli ediyordu. Birkaç arkadaşla yaptığımız bir muhabbet sırasında, Marmara Üniversitesi’nde Kamu Yönetimi bölümünde hoca olan bir arkadaşım bana “Haftada bir kere gelip seçmeli ders olarak Marmara’da sinema dersi verebilir misin?” diye bir teklif sundu, ben de kabul ettim ve 2002 yılında orada başladım. Güzel bir öğrenci profili vardı, meraklı ve ilgili bir öğrenci kitlesiydi. Uzun bir süre bu eğitimlere devam ettim. Sonrasında, 2006 yılında Galatasaray Üniversitesi’nde sinema dersi veren hoca, dönem başlangıcı zamanlarında tez çalışması için Londra’ya gidince orada okuyan arkadaşım bu yaşanan boşluğu doldurmak için benden ders vermemi rica etti. Ben de kabul ettim ve on senedir sinema tarihi, sinemanın sosyolojik tarihi üzerine orada ders vermekteyim.
Türkiye’ye film endüstrisi üzerinden baktığımızda, sinemaya geç başlayan bir ülke olduğunu görüyoruz. O dönemlerde yaşanan zorluklar nelerdi?
Endüstri anlamında başlamak değil de, daha bir yerleşik hâl aldı diyebiliriz. Baktığımızda o dönemde yaşanan ilk zorluklar, film bulma ve teknik malzeme temin etme veya yurt dışından getirtmeydi. Hatta bununla ilgili bir laf dolanıyordu ama doğruluğundan emin değilim: Gümrük kotalarının, gümrük kontrollerinin bu kadar katı olması yabancı film getirenlerin talebiydi. Yani böyle bir tez vardı o dönemlerde ama ne derecede doğru bilemeyeceğim. Örnek göstermek gerekirse; sen parasını veriyorsun ve yurt dışından bir şey getirtmek istiyorsun ama gümrüğe geldiğinde malzemenin alaşımı çok fazla diye ülkeye sokmama durumu oluyordu. Dediğim gibi en büyük zorluklardan biri buydu, negatif film bulma ve teknik malzeme temini. Diğer bir zorluk tabii ki sansürdü. Sansür günümüzde de olan bir olay ve baktığımızda temel olarak ya politik ya da pornografik nedenlerden uygulanıyor. Ama bu herkes için geçerli değil. Yani birine göre politik bulunan diğerine göre politik olmayabilir. Ama o dönemlere baktığımızda bu çok daha farklıydı. Mesela Ayşecik’in oynadığı bir filmde, babayı Ayhan Işık oynuyordu. Bilirsiniz sinemada bir eliptik anlatım vardır. Bu filmde, o tarz bir anlatımla ilerleyen bir sahnede, Ayhan Işık ilk planda okula giriyor. Diğer planda kızıyla okuldan çıkıyor, sahne bu şekilde. Film sansür kurulundan geri dönüyor. Gerekçe olarak da “Bir veli ders saatleri içerisinde, kızını alıp böyle çıkamaz. Buraya bir ek sahne gerekiyor.” denildi. Yani buna benzer birçok olay yaşandı. Bugünün ortamında bu olayları dinlediğimizde “Yok ya, bu insanlar şaşırmış.” falan diyorsun. Bir örnek daha vermek gerekirse, Suçlu (1960) filmi, sırf roman Orhan Kemal’in olduğu için kesile kesile 45 dakikaya düşürülmüş bir film. O dönemde yaşanan temel sıkıntılar bu şekildeydi. Ama insan açısından ya da oyuncu bulmak açısından bir sıkıntı yaşanmamıştı. Bir de döneme baktığımızda internet yoktu, dergiler gelmiyordu ve Türkiye’de insanlar bilgiye uğraşarak ulaşıyorlardı. O dönemde yaşanan negatif film kıtlığı nedeniyle çok kısıtlı zamanlarda filmler çekiliyordu. 12-15 günde biten filmler vardı. Kaliteli film demek, 30 günde biten film demekti.
Erman Film, Türk sinemasına birçok önemli yapıt kazandırmış bir şirket. 1940’ların ortasında kurulan şirketin hikâyesinden bahseder misiniz?
Şirket olarak ilk Damga (1948) filmiyle başlıyoruz, ama esas başlangıç ailemin, mübadele zamanında İstanbul’a gelmesiyle oluyor. O zamanın İstanbul’unu çok büyülü buluyorlar. Daha sonrasında Adapazarı’na yerleşiyorlar. Orada ilk olarak Saray Sineması’nı açıyorlar. Sonrasında film bulma ve temin etmeyle babam ilk prodüksiyon işine giriyor. Ve ilk olarak Damga filmi ile şirket yapımcılık hayatına başlıyor. Damga filminin de şöyle bir olayı var: Çekimleri yapan kameramanın gözü bozuk olduğu için görüntülerin yarısı flu çıkıyor ve filmi kurgucu Orhan Atadeniz kurtarıyor. Kendisi aynı zamanda yönetmen Yılmaz Atadeniz’in ağabeyidir. Kurgu bilgisi sayesinde filmi tamamlıyor ve film dönemine göre çok iyi bir iş yapıyor. Arkasından Vurun Kahpeye (1949) çekiliyor ve o da gişede çok büyük ilgi görüyor. Fakat sinema dünyanın her yerinde, özellikle Hollywood’da çok kaygan bir zemine kuruludur, bazı şeyleri öncesinde hesaplayamazsın. Bunun için öncesinde araştırmalar yapman gerekir. Tabii bu araştırmalar sonucunda da bir hüsran yaşanabilir ama burada öyle bir şey yok, çünkü işin hikâye satmak.
Daha sonrasında zor bir dönem geliyor, Irak’ta çektikleri Allah Kerim (1950), Arzu İle Kamber (1952) gibi gişe çıkışlı filmler çekiliyor. Sonraki zamanlarda Saner Film’le bir ortaklık dönemi başlıyor. O dönemde bu ortaklık doğrultusunda başarılı filmler yapılıyor. Sinemamızın o zamanlarında, Hulki Saner’in halkın nabzını iyi tutması ve ticari sinemayı çok iyi bilen bir yönetmen olması sayesinde, gişede başarılı işler çıkaran filmler ortaya konuluyor. Bu ortaklık bir süre sonra bazı nedenlerden dolayı bitiyor ve Erman Film tek başına yoluna devam etmeye başlıyor. Bu dönemde Hıçkırık (1953) filmi çekiliyor. Yönetmenliğini Atıf Yılmaz’ın yaptığı bu film çok bilinmez, bir Amerikan melodramı tarzında çekilmiş bir yapıttır. Sinemada siyah-beyaz dönem bittikten sonra Hıçkırık (1971) filminin renkli versiyonu çekiliyor. Bu filmden sonra yapılan her şey çok az düş kırıklığı yaşatıyor. Ardından Lütfi Akad’ın Gelin (1973), Düğün (1974), Diyet (1975) ve Halit Refiğ’in Bir Türk’e Gönül Verdim (1969) filmleri geliyor. O dönemde bu filmler gişede büyük başarılar sağlamasa bile klasikler arasında yer alan yapımlar olarak sinema tarihimizde yerini alıyor.
Türk sineması 1950’li yıllara kadar tiyatro üzerinden ilerlemekteydi. Usta yönetmen Lütfi Akad ile başlayan “Sinemacılar Kuşağı” olarak adlandırılan dönem, asıl sinemamızın başlangıcı olarak görülüyor. Bu dönemler üzerine neler söylemek istersiniz?
Bazen düşündüğümde, o ilk tiyatro dönemleri için “Muhsin Ertuğrul çok mu büyük bir ateşe tutuldu?” diyorum. Yani yaptığı şeye baktığımızda, bir tiyatro adamı olduğu için bildiğimiz sinema değil de tiyatro sineması yapıyordu. Alman ekolü oyunların yerli versiyonunu seyirciye sunuyordu. Ama bir gün, daha bir sinema sanatı anlamında Lütfi Bey başladı diyebiliriz. Lütfi Bey çok farklı bir sanat adamıydı. İlk başta bahsettiğim gibi kitapsızlığın, dergisizliğin yaşandığı o dönemlerde bile gidip bir şeyler bulup kendisini geliştiren bir insandı. Ve sanat sineması yapacağım diye başlamadı ama ortaya koyduğu iş bu oldu ve bunun bilincinde ilerledi. Bu şekilde ilerlenince de, Muhsin Ertuğrul sineması biraz abartılı, biraz teyatral bir havada kaldı. Ama başarılı işler de ortaya koymuş bir sanatçıydı. O zamanlarda şöyle bir durum da vardı, bana görüntü yönetmeni İlhan Arakon söylemişti; Muhsin Ertuğrul döneminde yapılan tiyatro filmleri nedeniyle bir oyun ağırlığı vardı. Bazen de bu abartılı, teyatral bir oyun oluyordu. Ama sinema sinemasına geçildiği zaman çok uzun süre, yani bir 10 yıllık zamanda, birkaç istisna dışında sinemada oyunculuk çok zayıf kaldı. Çok daha kalıplaşmış bir oyun türü ortaya çıktı.
İlk dönemlerde sinemamızda yapımcılar halkın nabzına göre şerbet misali bir fikir ile filmler ortaya koymaktaydı. Bu durum nasıl bir ilerleyiş gösterdi?
O zamanlarda yapımcılar gelen yabancı yapımlara bakıp hangisi çok tutuyorsa onların yerli uyarlamalarını yapıyorlardı. Tabii bu, çok emin olduğum bir konu değil. Erman Film de birçok yerli çeviri yaptı. Özellikle Arap filmleri üzerine yapılan yerli çeviriler daha bir yoğunluktaydı. Ama o dönemde, Halit Refiğ gibi ulusal sinemanın içinde olanlar seyircinin bu filmlere ısınmadığını da iddia ederler.
Türkiye’de 1960’lar ile başlayıp 1970’lerin ortasına dek uzanan dönem, sinemamızın “Altın Çağ”ı olarak görülmekteydi. Bu Altın Çağ nasıl başladı? Sizce bu altın çağ göreli miydi? Çünkü bakıldığında nicelik olarak bir artış görülüyordu.
1961 Anayasası’yla başlayan bir çağ bu. O dönemde sinemamız için devlet desteği başladı. İlk zamanlarda entelektüel camianın oluşması da bu çağı başlattı diyebiliriz. Diğer taraftan sinemada ticari damar da oluştu ve ilerlemeye başladı. Sinemacılar iyi bir dağıtım sistemi kurdular. O zamanın yapım şirketleri, Ankara, İzmir, Adana gibi büyük şehirlere kendi bürolarını açtılar ve bunlar üzerinden Anadolu’ya bir dağıtım ağı kuruldu. O dönemde Anadolu’da muazzam sayıda sinema salonu vardı. Bu sinema salonları, bu dağıtım ağı için iyi bir potansiyel oluşturmuştu. Mesela Adana’dan doğu illerine bir dağıtım ağı bulunmaktaydı. Bir sinemacı parasını verip filmi alır, ama sen fark etmediğin zaman, aynı anda üç film salonuna daha bu filmi kaçırırdı. Bu şekilde bir ticari hareketlilik vardı. O dönemlerde seyircinin tek eğlencesi sinemaydı. Televizyonun yaygınlaşmasına kadar bu böyle devam etti. İşin ilginç tarafı “Televizyon geldi, sinema öldü!” denilir ama televizyonun ilk yıllarında ve tek kanal olduğu zamanlarda, televizyonun getirdiği rekabetle bir ivme oluştu. Ama daha sonrasında erotik furyanın başlaması ve sağ-sol olaylarının patlak vermesiyle sinema iyice tıkandı. Ama dediğimiz gibi o dönem gerçekten çok parlak bir dönemdi. Sanat filmi yapmak isteyen sanat filmi yaptı. Daha sonrasında renkliye geçildi. Ve gerçekten bir altın çağ yaşandı o dönemlerde.
Türk sineması 80 İhtilali’ne kadar birçok değişim yaşadı. Yeni sinema türleri ortaya çıktı. Bir tarafta milli sinema, bir tarafta devrimci sinema oluşmaktaydı. Bu süreç nasıl gelişti?
O tamamen ideolojilerin serpilmesiyle, ortaya çıkmasıyla başladı. Ve insanlar “Bunun sinema ayağını yapayım.” dedi. Bence kötü bir durum da değildi, herkes istediği filmi yaptı. Ama kıskançlıklar yaşanıyordu. Bu türlerin yönetmenlerinin hep birbirlerine karşı hasetlikleriyle ilerleyen bir dönemdi.
12 Eylül darbesiyle birlikte sinemamıza bir nevi kilit vuruldu ve sonrasında bir dağılma dönemi başladı. Yapımcılar için yerli film ortaya çıkarmak giderek zorlaştı. Bu dönemde neler yaşandı? Erman Film açısından bu dönem nasıl ilerledi?
O dönem herkes için çok zordu. Mesela sırf filmlerde Yılmaz Güney oynadığı için Erman Film’den ve diğer birçok şirketten filmler toplatıldı. Hemen olmasa bile kısa bir süre sonra Arabesk dönemi başladı. Orhan Gencebay’lı, Müslüm Gürses’li filmler çekilmeye başlandı. Erman Film’in de prodüksiyon olarak son dönemiydi. Babam Hürrem Erman, o filmleri çekmekten pek hoşlanmıyordu. Yani utanmıyordu ama pek haz etmiyordu. “Benim türüm değil.” diyordu. Sonrasında Barış Pirhasan’ın Küçük Balıklar Üzerine Bir Masal (1989) filmine yabancı bir şirket arka çıktı. Tabii bu günah yıkamak gibi bir durumdu. Tek tük filmler çekilmeye çalışıldı ama çok ölü bir dönemdi. Zaten sinema çok hareketli ve enerjik değildi, mızmız bir zamandan geçiyordu. “Ne yapılacak, ne edilecek?” diye düşünüldüğü bir dönemdi ve arkadan bu gelince tamamen bir dağılma dönemi yaşandı. Bir de o yıllarda Turgut Özal’ın sinema üzerine, Amerika’ya verdiği bir taviz vardı. “Siz bizim tekstilimizi alın, biz sizin filmlerinizi alalım.” gibi bir anlaşma oluşturulmuştu. Hâlâ böyle midir bilinmez ama o dönemde Amerikalılar buraya geliyorlardı, alıp hâsılatı ceplerine koyup gidiyorlardı. Herhangi bir vergi veya başka bir şey ödemeden bir gelir sağlıyorlardı.
90’lı yıllardan sonra sinemamızda yeni dönem Türk sineması dediğimiz bir dönem başladı. Sinemamızda ortaya çıkan çoğu yapım ikiye ayrıldı. Bir tarafta gişe sineması, bir tarafta sanat sineması vardı. Siz bu bölünmeyi nasıl açıklıyorsunuz?
Sanat sineması hep vardı ve olmalıydı da. Çok büyük gişe yapan filmler değillerdi ama iyisi de unutulmazdı. Ama gişede işler daha farklıydı. Birisi bir damar buluyor ve o damar üzerine ilerleyip devam ediyor. Bir süre sonra hep aynı işlerin olması, kendini tüketmeyi getirdi. Mesela komedi filmleri üzerinden bakarsak, en son Ata Demirer’in filmi gişede çok iyi iş çıkarmadı. Bu kadar birbirinin aynı işler ortaya çıkınca ya da sinemaya dışarıdan para girince veya dizi çeken yönetmenler sinema filmi çekince kaynak tükendi. Zaten diziler açısından baktığımızda, sinemamızdaki komedi yapımları dizileri karşılayabiliyor ama melodram olarak diziyi sanat filmleri haricinde karşılayan bir gişe filmi yok. Gişede de yavaş yavaş komedi üzerinden bir tükeniş var. Mesela son zamanlara baktığımızda Cem Yılmaz’ın filmleri eskiye göre bir rağbet oluşturmuyor. 80’lerde gişede yerli yapım azalması gerçekleşmişti, galiba şimdiki zamanda gidişatın ona doğru bir evrilmesi var.
Yeni Dönem Türk sinemasına bakacak olursak bir yapımcı olarak bu dönemi nasıl tanımlıyorsunuz? Eski zamanlara göre dil anlamında ve teknik anlamda büyük ölçüde değişiklik görülmeye başlandı.
Bunun temel nedenleri arasında iletişimin çok artmasını sayabiliriz. Bir de bu dönemlerde Avrupa sinemasının eski parlaklığında olmaması nedeniyle, üçüncü dünya ülkelerinin sinemaları kendi podyumlarına getirip kendi sinemalarıymış gibi göstermesi gibi durumlar oluşmakta. Bizim insanlarımız da, onları dışarıya iten bir baskı ya da güç olmamasına rağmen, başka sinemalarla çok haşır neşir vaziyette. Bütün bunları görerek baktığımızda, daha bir evrensele hitap eden filmler yapılmaya çalışılıyor. Mesela Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri Amerika’da çok tutuluyor. Hatta Lütfi Bey, Nuri Bilge için “Fransız filmi çekiyor.” diyordu. Yani bakıldığında bunda ironik bir taraf var; ama Lütfi Bey gibi daha yereli anlatan bir insanın çatısından çok doğru bir tanımlama. Dediğim gibi Nuri Bilge’de daha evrensele hitap eden bir üslup var ve bize Avrupa üzerinden hitap ediyor diyebiliriz. Belki öyle bir düşüncesi olmayabilir ama onun gişesindeki görecelik bunu gösteriyor.
Siz sinema sektöründe hem yapımcı hem de öğretici olarak bulundunuz. Öğretici tarafından baktığınızda Türk sinemasının gidişatı için neler söylemek istersiniz?
Ben genel olarak sinemanın, yani batı sinemasının 90’lı yıllardan itibaren bir çıkmaza girdiğini görüyorum. Çıkmaz değilse bile yerinde patinaj yaptığını düşünüyorum. Siyah-beyazdan 90’lara kadar gelen filmlerde, hiç ülke ayırt etmeksizin söylüyorum, başka bir tat buluyorum. Yabancı film açısından bu böyle; mesela Fransa’ya bakıyorsun, bugün devlet yardımını kaldırsan, film çekmek için imkân kalmaz. Türk sinemasına geldiğimizde ise bunun tersi bir durum söz konusu, kör bir dönemden başlayarak gelen bir sinema vardı ilk zamanlarda. Ama daha sonrasında bir damarın keşfiyle ilerleyiş başladı. Seninle konuşunca fark ettim, sanat sineması üzerinden baktığımızda, ülkemizde devam edecek bu sinema. Çünkü her döneme uyan bir yapısı var. Fakat ticari sinemada bir çalkalanma ve sonrasında bir tıkanma olacak. Ama o tıkanmanın sonucunda ne gelir bilemiyorum.
Son olarak, 1940’ların sonunda “Sinemacı kuşağı” ile başlayan ve günümüze kadar gelen sinemamızı özetlersek, neler yaşadı, nelerden geçti Türk sineması?
Bayağı zorlanarak, hatta emekleyerek bir yerlere geldi. Daha sonrasında, bu Foucault’nun kitaplarında olur ya “Epistemolojik Kırılma”, işte sinemamız onu yaşadı. Tabii bu kırılma, her zaman olduğu gibi Türkiye’de değişimlere bağlı olarak gerçekleşti. Daha sonrasında, öncesinde de söylediğim gibi olumlu bir yere geldi. Bir yönetmen sineması doğdu. Yeşilçam’da da vardı ama bu kadar ön planda değildi. Yani kaç kişi bir filme Atıf Yılmaz’ın filmi diye giderdi ki. Bu günümüzden baktığımızda olumlu bir süreç diyebiliriz. Dediğim gibi sinemamızda çok ciddi kırılmalar oldu. Bu kırılmalar bilindiği gibi darbe, vb. politik süreçlerin getirdiği kırılmalar ama bunlar sonrasında bir yükseliş oluşmaya başladı. Hani Demirel’in bir lafı vardır ya; “Türkiye, batmaz çıkmaz bir mantardır.” diye, onu ben alıp Türk sinemasına uyarlarsam çok doğru olur, Türk sineması batmaz çıkmaz bir mantardır. Ama bence gidişat iyi durumda. Bir de bu sanat sinemasının daha da yaygınlık kazanması için o eski mahalle sinemalarının, iki salonlu veya üç salonlu şekilde tekrardan açılması gerekir. Bu durum, bence sanat sineması olarak da, sinemada daha iyi tartışma platformları oluşturmak amacıyla da iyi bir gelecek sağlayabilir.
Röportaj: Seyfi Demirci