HAROLD RAMIS (1944-2014)
Dr. Egon Spengler, ekip arkadaşları Dr. Peter Venkman ve Dr. Raymond Stantz ile beraber bir kütüphanede hayalet avına girişmişken, Harold Ramis de yanına Dan Aykroyd’u almış Ghostbusters‘ı (1984) yazmaktaydı. Harold Ramis’in hikâyesine bakmak, onun gözlerindeki hınzırlığı görüp, yaptıklarını bilip, daha sonrasını tahmin edebilmek için bir heyecan katmıştır seyircilere. Çünkü biliriz ki onun elini attığı her senaryo, aklın sınırlarını incelikle zorlar ve mizahı da elden bırakmaz. Ciddiyetin içine gizlenmiş ve dudağın yanında kahkahaya hazır bekleyen bir tebessümdür adeta yazdığı tüm senaryoların ulaşmak istediği amaç; tabii ki içi boş kahkahalar süslemez bunların içini. Hayal gücünün ulaşacağı tüm sınırları kullanmaya ve insan zihnindeki gizli kalmış yerlerde neler saklı olabileceğini bulmaya kararlı muzip bir tavır vardır bunlarda. Ghostbusters‘da olduğu gibi… ‘Eğer mahallende yabancı bir şey varsa, kimi arayacaksın? Hayalet Avcıları!’ eşliğinde, yabancı varlıklardan muzdarip insanların çağrılarına kulak vermeyi amaç edinmiş üç arkadaşın hikâyesini yazarken, bu paranormal ekipte, elinde hayalet dedektörü ve yüzündeki ciddi ifadeyle garipliklerin peşinde koşan Dr. Egon Spengler’e hayat veren de Harold Ramis’in kendisidir elbet; ve aynı zamanda o, kostümü, dedektörü ve teorilerini yanına alarak, sinemanın tadına mizahla beraber varmayı kafasına koymuş ‘hayal avcısı’dır aslında…
Ghostbusters‘dan sonra, hem bu ekipte birlikte çalıştığı hem de bu filmde birlikte oynadığı arkadaşı Bill Murray’i yanına alarak bir diğer ‘garip’ hikâyeye yol alır Ramis. Bu hikâye bir haberin peşinden bir kunduzun vereceği hava tahmini için bir kasabaya sürüklenen spiker Phil’in yıllara ya da baktığınız yere göre biçimlenecek tek bir gününe yayılacak hikâyesidir. Groundhog Day (1993), Harold Ramis’in boşa akıp giden ve hayatın farkına varılmadan yaşanan ve nihayet eren milyonlarca hayata yaptığı bir taşlamadır. Aynı çalar saat, aynı radyo programı, aynı yüzler, aynı konuşmalarla geçen bir dolu aynı gün… Bu döngüyü kırmanın farkına varınca değişecek ve devam edecek bir hayatın tutsak olduğu uzun bir gün… Harold Ramis yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı Groundhog Day‘de, hayatın monoton döngüsünü çoktan kırmış bir yazar ve yönetmenin gözünden sunuyor bizlere.
Kendi hayal gücünün içinde 70 yıl geçiren ve bu süre içinde sinemaya kendinden izler bırakmayı ustalıkla başarabilen Harold Ramis, 2014 yılında kaybettiğimiz en değerli senarist ve yönetmenlerden… Bu hayattan ilham alıp, kendi hayatımızın tekrara düştüğü anlarda, dedektörlerimizle onun hayalini arama fikrini aklımıza soktuğu için de ona onun muzip gülüşüyle teşekkür ediyorum…
ALAIN RESNAIS (1922-2014)
– Sen bir şey görmedin Hiroşima’da.
– Her şeyi gördüm.
Elle ve Lui’nin ağızlarından dökülen bu cümleler, sonrasında pür dikkat izlenerek her bir karesine saklanan anlamları yakalama fırsatını verecek biz izleyicileri. 1959 yapımı Hiroshima Mon Amour‘la sinemanın, hikâye anlatımını nasıl bir düzlemde oluşturduğuna, içerik kadar biçimin de anlatım sanatında ne kadar büyük katkılar sağladığına ve en önemlisi bir yönetmenin sahip olması gereken en değerli şeye, özgünlüğe, kendine ait bir görme biçimi yakalayarak ulaştığına şahit oluyoruz. Alain Resnais’in rejisör sandalyesinin yanına kendi taburemizi atıp Elle’nin sakin sesiyle ‘Gördük’ diyoruz. 1922’de Fransa’nın Vannes şehrinde doğan Resnais’in sinemaya armağan ettiği filmleri tanımlamak, her defasında o filmleri büyülenerek izlemenin yarattığı bir rüya gibi. Uyumadan görülen rüyalardan… Fransız Sineması’nın dünya sinemasına bıraktığı etkiyi, Hiroshima Mon Amour‘un her sahnesinde şahit olduğumuz şiirsel anlatımıyla, hikâyelerin birbirine bir zincir misali kilitlendiği ve bombalamadan sonraki şehrin yaraları etrafında aşklarını dillendiren Elle ve Lui’nin konuşmalarına gizlemiş Resnais. Bu anlatım, insanoğlunun peşini asla bırakmayacağı, dürtülerin, eylemlerin ve duyguların gücüyle çevrelenmiş: aşkın, savaşın… Belki de yalnızlığın… Hepsi Alain Resnais’in kadrajından perdeye bir rüyanın resmedilişi gibi aktarılırken, Elle’in gözlerindeki hüznü, geçmişi hatırlatmakta ısrarlı hayatın, bu kararlılığını vurgularcasına, filmdeki ani geri dönüşlerde, sohbetin bölünmesinde biz de yaşayabiliyoruz.
Fransız Yeni Dalga’sının öncülerinden olan Resnais’in sinemasını tanımlamak, onun kamerayı tek başına güçlü bir anlatım aracına dönüştürmesini gördüğümüz anda başlıyor. Bizim de ‘görmemiz’ için anlattığı hikâyelerin temeli belki de gerçekliğin sandığımız gibi bir anda karşımıza çıkabilecek en doğrudan ve en değişmez yol olmadığını kanıtlamaya dayanıyor. Bakış açısını, anlatmayı ve görmeyi, sinema anlayışının merkezine oturtmuş bu usta sinema adamanın, gerçeklik ve anlamla ilgili bu yaklaşımı için onun belgeselci yönünde hayat bulduğunu söyleyebiliriz. Uzun metrajlarından önce yaptığı belgesellerle anlam ve anlatım yolculuğuna başlayan Resnais için, filmlerin ifade ettikleri doğrusunda kendi çizdikleri yollar çerçevesinde oluşan biçim önemli olmuş her zaman. Belgeselden getirdiği gerçekliği, hayal dünyasının şekillendirdiği anlatımla harmanlayan yönetmen böylelikle, izlemesi zahmetli olduğu kadar, okuması aklın ufkunu genişleten filmler bırakmış sinema tarihine.
2014’ün en üzücü kayıplarından biri olan Alain Resnais’i, sinemanın en güçlü anlatım araçlarından biri olduğunu kanıtlayan, özgün anlatımını her bir filminde incelikle işleyen, zaman, mekan ve gerçeklik kavramlarına bambaşka bir perspektiften bakan, Yeni Dalga’nın en önemli sinema adamını, yine kendi sözleri eşliğinde analım: “Şimdiki an ve geçmiş zaman birbirinin içine geçmiş haldedir; fakat geçmiş, geri dönüşlerin içinde yer almamalı.”
Sezen Sayınalp