“O gördüklerin yıldız değil. Senin sinir sistemin.” Barcelona’nın yeraltı dünyasından hareketle, çürüyen realite ve sinir sistemlerine.
Hayatın içindeki göçü, soyut ve somut boyutlarla aktaran Biutiful (2010), güzelliğini yönetmeni Alejandro Gonzalez Iñarritu’nun dobra dilinden alıyor. Okunduğu gibi yazılan ve o şekilde de izlenen film, gündemine biraz daha sıkıntılı gerçeklik katmak isteyenlere bazı şeylerin sert bir itirafı.
“Yoksulluğu azaltmadan zenginliği arttıran ve suç işleme bakımından, sayılardan daha hızlı artış gösteren bir toplumsal sistemin özünde çürümüş bir şeylerin olması gerekir.”
Marx’ın bu sözündeki çürümüş şeylerin Biutiful’un içinde kendine yer bulduğunu düşünmemek elde değil. Çürüyüşün farkı boyutlarını izlediğimiz film, her bakımdan hayatta kalma mücadelesiyle ilerlerken, birey ve toplum özelindeki ortak duyguları lafı dolandırmayan bir anlatımla ele alıyor. Sistem özündeki çürümüşlük, Biutiful’un nezdinde genel aktarımlardan farklı bir şekilde işleniyor ve güçlüyle güçsüzün birbirine tamamen zıt yaşamlarını gösteren sınıf çatışmalı örneklerden biraz uzaklaşıyor. Bu sefer karşımızda, eğlencenin ve keyfin bol olduğu, renkli İspanya manzaraları yok. Filmin çatısını, sistemin en altındaki edilgenler, bir üst kattaki Robin Hoodlar ve onun da tepesine yerleşen umursamazlar kuruyor. Çatının problemini tüm açıklığıyla göstermekten çekinmeyen yönetmen, yapımın politik yaklaşımı konusundaysa aynı açıklığı sergilemeyerek ana karakterine atadığı birtakım görevlerle “ılımlı tarafta” kalmayı tercih ediyor.
Çoğu senaryonun kendince bir iyi polisi olduğunu düşünürsek Biutiful’da da sokakların yardımsever iş bitiricisi, evin güçlü aile babası ve ölülerin kutsal azizi Javier Bardem’in oyunculuğuyla Uxbal karakteri olarak karşımızda. Genel itibariyle Uxbal’ın yaşamındaki değişkenlere odaklandığımız film, ölmek üzere olan bir adamın aile, vicdan ve yaşam üzerine verdiği savaşın diğer insanların direnişleriyle ortak bir paydada bir araya gelmesiyle derinleşiyor.
Bodrum katına sıkıştırılan işçi Çinliler ve kapitalizm vurgusunun es geçilmediği pahalı mağazaların önüne taklit ürün tezgâhı açan Afrikalı satıcılar, göz ardı edilen göç krizinin genel durumunu özetlemekte. Ölümle, hapisle ve sürgünle dağılan hayatlar dünyadaki göçmen koşullarını örneklerken Uxbal da bu koşullar karşısındaki karışık tepkileri sembolize ediyor. Göçmenlere yardım etmek için elinden geleni yapan ama aynı zamanda onların üzerinden para kazanmaya da devam eden Uxbal, vicdani gelgitlere gönderme yapan bir iyi-kötü sentezi olarak yoruma açık. Öyle ki istemeden de olsa sebep olduğu trajik olaylarla konuyu bir vicdan rahatlatmadan daha büyük bir vicdan azabına sürüklüyor. Bu noktada griye yer vermeyen sistemin içinde, grilerden oluşan insan doğasına işaret eden Iñarritu’nun Amores Perros (2000), 21 Gram (2003), Babel (2006) filmlerinde olduğu gibi günümüz konularını metaforlayan stiliyle yeniden bir araya geliyoruz.
Genel ve özel arasında dönen filmde göçmen hayatların sert gerçekliğinin yanı sıra Uxbal’ın kendi göçünden de söz etmek mümkün. Filmin daha ilk sahnelerinden öleceğini öğrendiğimiz ana karakterin kendi göçüne hazırlanma ve başkalarının ölümüne dokunma gibi iki önemli misyonu var. Uxbal’ın ölülerle iletişim kurabilmesi noktasında görüşler ikiye ayrılabilir. Benim durduğum tarafta, karakteri gerçek dünyanın sıkıntılarıyla tanırken Ghost Whisperer tarzı ruhani bir özellikle görmek ve filmin beklenmedik noktalarında spiritüel detaylarla karşılaşmak biraz tuhaf hissettiriyor. Yine de hikâyenin yolculuk ve doğal seleksiyon temaları düşünüldüğünde, yönetmenin soyut anlamda da bu temaları destekleyen kurgusal müdahalesi uyumsuzluğa düşmüyor. Net realite ile yan tema olan doğaüstünün buluşmasında da farklı bir tat var.
Gerçekliğe geri dönecek olursak, açılış ve kapanış sahnelerinden de anlayacağımız üzere filmin ana konseptlerinden biri de “baba”. Gösterilen ceset ve orman sahneleriyle kendi babasıyla bağ kurduğunu gördüğümüz Uxbal, filmdeki esas misyonu olan aile babası rolünün, vazgeçtiği Marambra, ertelemeye çalıştığı ölüm ve bu esnada düzeltmeye çalıştığı diğer her şeyle hakkını veriyor. Çocukları için bitirdiği dengesiz evliliğinde, birini sevmek ve onu serbest bırakmak arasında ulaşmış olduğu kabullenmişlik hâli de performansıyla “En İyi Aktör” ödülleri toplayan Bardem’in gözlerinden okunuyor.
Filmin sinematografisinde anlatılmak istenen tüm duyguları destekleyen soluk mavi, yeşil, magenta ve gri tonlar, sıcak renklerle görmeye alıştığımız Barcelona sokaklarını kasvetli bir atmosfere boğan cinsten. Aynı şekilde kaotik manzaralar, kirli evler, ölüme, yalnızlığa ve yoksulluğa atıfta bulunan sanat yönetimi, değişkenlik ve aidiyetsizlik kavramlarını desteklemeye devam ediyor. Geçici olarak kalınan evlere, işlere ve hatta ilişkilere bakınca göç unsurunu film boyunca hissedebiliyoruz. Genellikle sakin bir akışa sahip olan kameraysa, ısıtıcı faciasıyla filmin climax’e ulaşmasının ardından tarz değişikliğine gidiyor. Daha fazla hareket ve hatta görsel efekti gördüğümüz bu yeni tarz, Uxbal’ın gece kulübündeki sahneleriyle yükselerek kriz anını betimledikten sonra normal seyrine geri dönüyor.
Akılda birçok spesifik an ve sarıp tekrar izlenebilecek diyalog bırakan Biutiful, iki buçuk saatin ardından bile üzerinize ağır bir hüzün bindirse de sırf hissettirdiklerini hatırlamak için bile izlemeye değer.