Emrah Serbes ’in Erken Kaybedenler kitabının arka kapağındaki “taşrada ve kainatta, yapayalnız kalmış erkek çocukların hikayesi…” cümlesi The Place Beyond The Pines filmini izledikten sonra daha da anlamlandı. Sadece Türkiye’ye özgü olmayan baba-oğul ilişkisinin sancıları, daha da öznelde erkek olmanın, sonrasında baba olmanın ruhsal çalkantıları filmde seyirciye uzun yıllara yayılan bir hikayeyle sunuluyor.
“Yalnızlık” kelime olarak zaten soyuta muktedir, fakat kelime yapayalnız olunca, bu denli pekişince, Serbes’ in kitabının öykülerinden olan bir epiloğu buraya eklemek yerinde olsa gerek,
– Hasta mısın evladım? Söyle bana, neyin var, neden kırdın lambayı, yapma böyle…
– Kırdımsa kırdım, ne olacak? Çok mu değerliymiş?
– Lamba senden değerli mi evladım, lambanın amına koyayım, lamba kim? Yöneticiye de dedim. lambanızı sikeyim, kaç paraysa veririz. Sen değerlisin benim için.
– Beni görünce yanmıyordu baba…
– Nasıl yaa?…
– Görmezden geliyordu, yanmıyordu. Kaç sefer yok saydı beni.
– Eee, beni görünce de yanmıyordu bazen. Böyle el sallayacaksın havaya doğru, o zaman yanıyor.
– Hadi ya! Sahiden mi?
– Evet. ucuzundan takmışlar. Bizimle bir alakası yok..
Babama sarıldım, yıllar sonra.”
Bu dizeler Ryan Gosling’in canlandırdığı Luke karakterinin oğlu ile asla paylaşamayacağı diyaloglar. Öte yandan Bradley Cooper’in Avery rolünde oğlu ile olan ilişkisinde çizdiği mesafeli duruş, filmde olabilecek en küçük bir katarsis anında bu dizeleri aklıma getirmeye yeterli.
Blue Valentine izleriyle Cianfrance
The Place Beyond The Pines’ın senaristi ve yönetmeni Derek Cianfrance, daha önce karşımıza Blue Valentine (2010) filmiyle çıkmıştı. Ryan Gosling’in canlandırdığı Dean karakteri sınıflar arası çatışmayı, sevgisini sunamayan erkek gömleğini giymiş bir halde müthiş bir performans sergilemişti. Keza Michelle Williams da en sade halleriyle Cindy’nin tatminsizliğini, kadın olmanın çoklu psikozlarını bizlere yansıtmıştı. Taşıdıkları hayal kırıklıkları ve kırgınlıkları, her şeye rağmen korudukları güçlü egolarıyla yakın çekilen her planda karşımızdaydı. Sıradan bir hikayeye değerli nüanslar katarak okunması keyifli bir filmdi. Cianfrance, The Place Beyond The Pines ile gelecek vaat eden bir yönetmen olduğunu kanıtladı.
Senaryo ve yönetmen koltuğunda aynı ismin olması her zaman tartışma konusu olabilir. Kimileri hikayesini anlatıp, çekmek isterken, kimileri başkalarının hikayelerine daha objektif bakabilir. Öznellik ve nesnellik bu tartışmalarda geçen ana kavramlarken, bir filmin jeneriğinde senarist ve yönetmen olarak ayni ismi görmek en yalın tabirle beni keyiflendiriyor. Bu da, yönetmenin iki filminde de kullandığı sınıflar arası çatışmaları, kronikleşmiş kodları, var olmanın dayanılmaz ağırlıklarını daha yoğun hissettiriyor. Ahlaki soruları küçük detaylarla izleyiciye sormayı tercih eden bir yapısı da mevcut.
Bir Erkeğin Baba Olma Sınavı
The Place Beyond The Pines yapısal olarak belli parçalara bölünmüş olması kimi seyirci için kopukluk hissi yaratıyor olsa da parçalar oldukça girift ve bütünleyici halde bulunuyor. Ryan Gosling’in Luke karakteri filmin girişinde bize eşlik ediyor. Yaklaşık 35-40 dakika süren bu giriş parçasıyla Luke’un hayati, erkeklik sorunsalları, baba kavramını hayatına buyur etmesi hep bu dakikalara denk geliyor. Motosiklet performansçısı Luke, şehirden ayrılmak üzereyken, daha önce birlikte olduğu Eva Mendes’in canlandırdığı Romina karakterinden bir bebeği olacağını öğreniyor. Baba olabilmek, çocuğunun annesinin yanında olmak, ihtiyaçlarını karşılayabilmek ve bugüne kadar savrulmuş her an’ı ve her şeyi bir araya getirebilmek.. Bunların arasında kaybolmadan bir de erkek olabilmek. Luke’un bir anda sırtlandıklarını böyle özetlemek yersiz olmasa gerek. Erkeklik, babalık üzerinden toplumun dayattığı tüm baskıları gözler önüne seren filmin girişi görsel açıdan oldukça yalın. Sahip olduğu ve olabileceği bütçenin bir aile kurmaya yeterli olmadığını farkına varan Luke, banka soygununun en yerinde seçenek olduğuna kendini inandırıp, eyleme geçiyor. Hikaye tam da bir soygunda Luke’un yakayı ele vermesiyle, bir polis memuru tarafından öldürüldükten sonra kırılma yaşıyor.
Bradley Cooper’in çizdiği Avery karakteri de Luke ile benzer yollardan geçerken ondan tek farkı, kaba tabirle şansın Avery’den yana olmuş olması. Avery eğitimli, bebeğine bakabilecek güçte bir baba olmasına karşın, onun da içsel çatışmalarına şahit oluyoruz. İkisinin de odak noktası varoluşsal denklemlerden geçiyor, hatta birbirine teğet de geçmiyor, hayatlarını 15 yıl boyunca kesiştiriyor.
Aslında önce kimin ateş ettiğinin bilinmiyor olması da ahlaki sorunsal olarak karşımıza çıkıyor. Avery de patriotik karşılamalara hazır bulunan Amerikan halkı tarafından kolayca benimsenip kariyerinde hızlı sıçramalar yapıyor. Kronikleşen kodların verdiği cevaplar arasında, Luke soyguncu, sınıflar arasında yok olmayı en çok hak eden olanken, Avery de kahraman polis, sınıflar arasında hükmetmeye en yetkin kişi oluyor.
Avery’nin oğlu ile olan ilişkisinde bir çok kez vicdani sorgulamalara girdiğine şahit oluyoruz. Halkın polisi kendi vicdanıyla hesaplaşırken karşısına çıkan fırsatları reddetmeden hayatına nasıl devam edebiliyor? Bu sorunun cevabı filmi nasıl okuduğumuzla alakalı olarak kalmaya mahkum. Fakat “görmezden gelinen ilişkiler” izleyiciler tarafından perdeden izlenirken Avery’nin Luke’tan kopamadığını bir adet fotoğrafla da görmemiz mümkün oluyor. Avery’nin oğlu A.J. ile Luke’un oğlu Jason’ın uyuşturucu bulundurmaktan göz altına alınmaları filmin finaline doğru doruk noktasını oluşturuyor. En yalın haliyle sınıflar arası çatışmaları, hiyerarşiyi ve zayıf olanın her zaman kaybetmeye mahkum olduğu realist düzeni görüyoruz. Avery, yanına taşınmış olsa bile görmezden geldiği A.J. ile olan ilişkisini bu noktalarda sorgulamaya başlıyor. Bu noktada onun hesaplaşması vicdanından söküp atamadığı Luke’un canlı kanlı oğluyla mümkün oluyor.
Kimileri görmezden geldikleri ilişkileriyle yüzleşirken, buna fırsatı olamayanlar da bir motosikletle birlikte yola koyuluyor. Bir gün bir lambadan hesabını sorma umuduyla..
“Sinema politik bir sanat olgusunu her zaman korur “ifadesinin karşılığını finalde çok güçlü görüyoruz. Düzen eleştirisi, ahlaki normlar ve bireysel farklılıklarla bezeli bir çok temaya sahip The Place Beyond The Pines 2011’in en iyi filmlerinden biri olduğunu ustaca kanıtlıyor.